Eğitimdeki Farklı Yöntemler!

Hasan Kanaatlı
Yeryüzünde birbirinden farklı birçok eğitim yöntemleri mevcuttur! Bunları; 1- Dini eğitim yöntemi, 2- Tasavvufi eğitim yöntemi, 3- Pozitif/ilmi eğitim yöntemi olarak sıralamak mümkündür!
- Dini Eğitim Yöntemi ve Araçları
Dini eğitim yöntemi; Kuran, Sünnet, Ehl-i Beyt, ve Sahabe üzerinden verilir ve bu eğitime aracılık eden bu değerler insanlara “dini vaaz”, “dini nasihat”, “dini sohbet”, “Cuma hutbesi”, “dini sloganlar”, “dini kitaplar”, “dini filimler”, “dini mevizeler” vs. şeklinde aktarılır!
Fakat gerçek şu ki, bizlerin elinde dini eğitim ile ilgili bu kadar bol imkânalar bulunmasına rağmen, yer yüzünde yaşayan topluluklar arasında en ön safta bulunmamız gerekirken, toplulukların en gerisinde kaldığımızı müşahede etmekteyiz! Hatta ahlaki yönden, insanlık bakımından ve insani değerler yönünden, diğer milletlerin bizleri örnek almaları gerekirken, kin, nefret, terör, düşmanlık, tefrika vs. bakımından ibret-i alem olduğumuzu da söylemek mümkündür! Dolayısıyla çok rahat bir şekilde dini eğitimin bizler arasında felce uğradığı ve bizlere menfi etki sunmaktan başka bir işe yaramadığını görmekteyiz! Kısacası elimizdeki dini eğitimler, dindarlar arasında bir yıkım oluşturup durmaktadır!
- Ariflerin Vicdani Eğitim Yöntemleri
Arif ve mutasavvıfların “vicdani eğitim yöntemleri” ile dindarların “dini eğitim yöntemlerinin” beslendikleri kaynaklar aynıdır! Araçları birdir. Fakat ariflerin eğitim yöntemleri hep müspettir menfilik yoktur! Yani ariflerden eğitim alanlarda kin, nefret, terör, düşmanlık, ötekileştirme vs. bulunmaz! Dostluk, muhabbet, birlik, kardeşlik ve birleştirmeler vardır!
- Pozitif/İlmi Eğitim Yöntemleri
Batılıların baş vurdukları pozitif/İlmi eğitim yöntemleri hayli fazladır! Fakat bizi ilgilendirmediği için ona pek girmeyeceğiz! Özet olarak şu kadarını söylemekle yetineceğiz:
-“Batılıların pozitif eğitimlerinde hem müspet hem de menfi yönler vardır! Onların kendileri de kimi eğitimlerinin eksik ve yetersiz olduğundan söz ederler! Örneğin aile bağlarının yetersizliğini dillendirirler, insanlardaki izzet ve onur gibi insani boyutların tam anlamıyla tahakkuk bulmadığını şikâyet ederler! İnsani duyguların ve aile bireyleri arasındaki bağların her geçen gün zayıfladığını gündeme taşırlar vs. Dolayısıyla Batılılarda da pozitif eğitimden şikâyet vardır!”
Dindarlarımızın Batılıların seküler bir eğitime sahip olduklarını söylemeleri doğru değildir! Onlarda da maneviyata ve insani değerlere önem veren eğitimler vardır! Ve yine Batıda da ahlaka, maneviyata, insanlığa, din ve imana dayalı eğitimler mevcuttur! Müslümanlar Batılılara menfi bir gözle baktıkları için, onlardaki kimi güzellikleri görmemekteler! Şayet insan bir millete menfi bir gözle bakar ise, onların yalnızca menfi boyutlarını görür, müspet taraflarını göremez! Oysaki İslam öyle söylemiyor! İslam; “her düşüncenin güzel ve doğru olanını al, çirkin ve batıl olanını alma” der!
Tekrar konumuza geri dönelim.
Yukarıda üç çeşit eğitim yönteminden söz ettik. Şimdi burada dini eğitim ve ona en yakın olan vicdani ve irfani eğitim yöntemlerini ele alıp incelemeğe çalışacağız. Batının pozitif/ilmi eğitim yöntemini ise, çok zaman alacağı için ve biz Müslümanları da ilgilendirmediği için onun detayına inmeyeceğiz!
Biz Müslümanlar genellikle dindarızdır ve dini eğitim yöntemiyle eğitilmiş topluluklarız. Bunun için biz burada ilk önce “dini eğitim yöntemi” üzerinde duracağız!
İlk olarak şunu söylemeliyim ki eğitimden kasıt, yalnızca çocuk eğitimi değildir! Müslümanlar genelde çocuk eğitimine odaklanırlar! Fakat bu hatadır! Önce büyükler eğitilmeli, önce onlar salih insan ve insancıl olmalı ki, o da küçükleri kendisi gibi eğitmiş olsun! Örneğin büyüğü asabi birisi ise, siz ona “çocuklarını asabi olarak yetiştirme” ve şayet yalancı birisi ise, siz ona “çocuklarına yalancılığı öğretme” diyemezsiniz! Şayet çocuğun büyüğü hurafelere iman etmiş ve onlarla büyümüş ise, ona da “çocuklarına hurafeleri öğretme” diyemeyiz! Çünkü bunun kendisi o işin sahibidir! Bundan dolayı ilk önce eğitilecek şahıs, küçükler değil büyükler olmalıdır!
Ayrıca, çoklarının dediğinin aksine Kuran’da çocukların eğitimiyle ilgili bir tek ayet bulamazsınız! İslam alimleri; “efenim! İslam’da çocukların eğitimiyle ilgili şöyle denmiş, böyle denmiş” gibi birçok sözler sarf ediyorlar! Fakat çocukların eğitimiyle ilgili bir tek ayet ortaya koyup, bu da çocukların eğitimiyle ilgilidir diyemezler! Hatta şunu da söylerler; “Efenim! İslam çocukların eğitimine dair fazlasıyla önem verdiği için, hatta çocuk annesinin karnında iken dahi annesine; “şunu yap bunu yapma vs.” diye tavsiyelerde bulunur! Ve hatta İslam (güya!) çocuğun nütfesinin ana karnına dökülmesinden önce dahi, “şöyle olmalı, böyle olmamalı, şu yapılmalı, bu yapılmamalı” diye söylediğini ve yine Hz. Peygamber’in (sav) imam Ali’ye;” Ey Ali! Eşinle her ayın ilk ve son günlerinde bir arada olma, ay akrep burcuna girdiğinde de bir arada bulunma, çünkü bu durumlarda çocuk kör olarak dünyaya gelebilir veya kusurlu doğabilir vs.” gibi sözler söylediğini de iddia ediyorlar!
Peki şayet peygamber bunu söylemiş ise, onun bu sözüne uyan kimdir? Yani insanlar bir cinsel ilişkiden dolayı işini gücünü bırakıp da ayın akrep burcunda olup olmadığını mı takip edecekler? Biran için Müslümanların bunu takip ettiklerinden dolayı sağlıklı evlatlara sahip olduklarını farz edelim, peki dünya nüfusunun ¾ ünü oluşturan gayri Müslimlerde neden bu sakat çocuklar dünyaya gelmedi veya gelmiyor?
Evet, bu gibi hurafi sözler rivayetlerde mevcuttur! Fakat bunların tümü boş sözlerdir, zira bu sözlerden maksat, şayet salih ve mümin insanların varlığını çoğaltmak ise, hani bu tür insanlar neredeler?
Dedik ki Kuran’da çocuğun eğitimiyle ilgili bir tek ayet yoktur! Doğru olanı da Kuran’ın yaptığıdır! Çünkü eğitimden maksat büyüklerin eğitilmesi olmalıdır! Nitekim hem Nebi hem de Kuran, insanların büyük olanlarını ahlak, iman ve insani değerler üzerine eğitiyor, daha sonra da çocukların eğitimini bu büyüklere bırakıyor! Nitekim rivayetler imam Ali (as)’ın çocuklarını şu şu şekilde eğittiğini nakletmiştir!
Demek ki, şayet bir aile mütedeyyin olursa ve kendini ahlaki ve insani değerler üzerine yetiştirip geliştirmişse, tabii olarak onun çocukları da o ailenin önemsediği değerler üzerine kendini yetiştirip geliştirmiş olacaktır! Böylece de salih insanlar yetişmiş olur! Yani salih bir insan, baba annenin söz ve nasihatiyle değil, çocuklarının onları gözlemlemesiyle yetişir! Bunun için olsa gerek bir hadiste şöyle geçer:
-“İnsanları bizim için (sözlerinizle değil) amellerinizle davet ediniz!” Çünkü insanlar ve özellikle de çocuklar, söze değil amele/eyleme bakarlar!
Sözle eylem genelde tezat oluşturur! Örneğin baba veya anne çocuğuna:” Evladım! Yalan konuşma, Allah seni cezaya çarptırır!” derse, öte taraftan da o baba hanımına yalan konuşsa, çocuğu bunu gördüğünde, çocukta babanın o hareketi tezat oluşturur! Atık bu çocuk babasına güvenmez! Babasının nasihatlerine inanmaz! Demek ki eğitim, sözle olmaz amelle olur!
Dolayısıyla “terbiye/eğitim” ile “terebbü/eğitilme”, “yetiştirme “ile “yetişme” ve “geliştirme” ile “gelişme” arasındaki bazı farkların bulunduğunu anlamamız lazım!
Birincisi; “vicdani/irfani” terbiye, “terebbüye” dayanır! Yani babanın ve çocuğunun ufkunu genişletmeyle olur! Diğer bir ifadeyle; vicdani/irfani eğitim, baba ve evladının ufkunu fethe, insanın içindeki potansiyel gücünü fiile dönüştürmeye, onu pratize etmeye ve güçlendirmeye dayanır! Bu eğitim, aynen toprağın içerisindeki tohum tanelerinin içerisinde sakladığı şeyi dışarı çıkarıp, sonra da ona su vererek besleyip büyütmeğe benzer! Demek ki, büyük insanların görevi aynen bir çiftçi misali insanlığa münasip ve yakışır tohumları evlatlarının içinden çıkarıp beslemektir, onda yeni tohumlar ekmek değildir!
Dini eğitimler genelde insanları baskı altına almak için kullanılır! Yani dini terbiyeler, vaaz ve nasihatler ile ilk önce insanın fıtratını baskı altında tutmak için onlardan istifade edilir! Diğer bir ifadeyle; insandaki hayırlı duygu ve fıtri özellikler, ona yapılan fazlaca nasihatler vasıtasıyla baskı altına alınır. Dolayısıyla verilen bu fazlaca nasihatler her çocuğa ağır gelir! Ağır gelince de çocuk ya da büyük, o nasihatlerin gereğini yerine getiremiyor ve tümünü de reddetme mecburiyetinde kalıyor! Sonunda da sorumluluk hissetmiyor! Nasihatler fazlalaştıkça onun icbarları/baskıları da fazlalaşıyor! İcbarlar/baskılar ise insanın iç aleminden geliyor ve kendini yetiştirmek (terebbi), bu şekilde tahakkuk buluyor! Oysaki insanın dışından gelen baskılarla terebbi (kendini yetiştirmek) tahakkuk bulmaz! Diğer bir ifadeyle; kitaplar okumak, vaazlar dinlemek ve dışarıdan talimatlar almak ile insanda terebbi hasıl olmuyor!
İkincis; dini eğitim, çocuğun fıtratını ve hayır unsurlarını baskı altında tutmasının dışında, ayrıca onu deformasyona da uğratıyor (karakterini de bozuyor!) Yani siz çocuğa:” Şayet yalan konuşur isen veya şu işi böyle yapar isen Allah seni ateşte yakar” dediğinizde, çocukta Allah’a karşı bir bedbinlik ve teröristçe bir bakış oluşuverir! Oysaki tüm Cemalat, Kemalat ve tüm kutsallıklar Allah’a aittir! İnsan nezdinde Allah’tan daha mukaddes başka bir şey yoktur! İşte bu türden baskıcı bir dini terbiye, çocukta deformasyon oluşturuveriyor! Çocuğun nazarında Allah, sürekli azap eden ve yakıp yıkan bir güce dönüşüyor! Kısacası fazlaca dini nasihatler, çocukta tenakuzların oluşmasına vesile oluyor!
Dini eğitim verenler, bir taraftan Allah’ı onlara sevdiriyor, diğer taraftan da Allah’ın azap ve gazabından bahsedip onları O’ndan soğutuyorlar! Örneğin çocuk, sevdiği Allah’ın kendini yakacağını bilince buna bozulmaya başlıyor! Bunu içindir ki ariflerin eğitiminde Allah korkusu diye bir şey yoktur ve kimseyi ateşle korkutmazlar! Zira derler ki, insanları ateş ile korkutmak hem büyüklerde hem de küçüklerde menfi tesirler bırakır! Oysaki çocukları dini eğitimde Allah ve ateş ile korkutacağımıza, onu “ayıp” sözcüğü ile ikaz etmemiz daha yerinde olur!
“Ayıp”, Müslüman topluluklarda da vardır. Her ne kadar “ayıp” sözcüğü dini ahlaktan kabul edilmese de fakat “örfi ahlaktan” olduğu muhakkaktır! Bizler çocuklarımızı terbiye ederken, onlara Allah’ı yakan ve azap eden bir suret de değil de seven ve güzel olan bir surette öğretmeliyiz! Çocuk bir hata yaptığında da ona:” Bu iş sana layık değildir! Bu yaptığın ayıptır! Sen bir insansın” demeliyiz!
Batı ülkelerinde ve Japonlarda da ateş ve azap diye bir şey yoktur! Onlar çocuklarını terbiye ederlerken şöyle derler: “Bu yaptığın sana yakışmıyor! Sen bir insansın, sen hayvandan daha üstünsün! Sende onur var! Sende şeref var! Yalan, aleyhte konuşmak vs. senin şanına yakışmaz! Böylece Batıda ya da Japonya da yaşayan bir çocuk yalan konuştuğunda ya da ahlaksız bir iş yaptığında yüzü kızarmaya başlıyor, o yanlış hareketi ona ağır geliyor! Sınavlarda hile yapmak vs. ona zorluk veriyor! Biz Müslümanların çocuk eğitimimiz de aynen böyle olmalıdır!
Tekrar asıl konumuza geri dönelim.
Üç çeşit eğitim yönteminden söz açmıştık. Tabi ki Batıda onlarca eğitim yöntemleri vardır, fakat bizi ilgilendirmediği için biz onlara değinmeyeceğiz!
Biz Müslüman topluluğunda verilen eğitim, dini ve kısmen de vicdani/irfani eğitimdir! Ben bunlardan bahsedeceğim! Bu eğitim yöntemlerine ve aralarındaki farklılıklara değinmeden önce, eğitimin/terbiyenin ne olduğunu izah etmemiz yerinde olacaktır! Yani terbiye/eğitim nedir, terbiyedeki hedef nelerdir ve terbiyenin düşünsel alt yapıları nelerden ibarettir? Bunları izah etmemiz gerekir!
Tabi ki tüm eğitim yöntemlerinin bir düşünsel alt yapısı ve geçmişi vardır! Çocuğa “yalan söyleme” denildiğinde, mutlaka onun düşünsel bir alt yapısı vardır! Adama “öldürme” denildiği zaman, onun da bir düşünsel alt yapısı vardır! İşit gibi teröristler insanları öldürdüklerinde, o öldürmelerin onların zihinlerinde de bir alt yapısı mevcuttur! Genelde sevap kazanmak için adam öldürmekteler. Yani her kes adam öldürmenin haram olduğunu söyler! İşit’ten de sorulsa, onlar de suçsuz yere adam öldürmenin haram olduğunu söyler! Fakat görüyoruz ki istisnalar fazladır. Bu istisnalar ise, onların zihinlerine göre sevaptır! Buna ilim dilinde “şuur altı şeyler” denilmektedir! Aslında terbiye, zihindeki şuur altından sonra başlar! Yani insan ilk önce şuur altına göre hareket eder, sonra da aldığı terbiyeye göre davranır!
Diğer bir ifadeyle; önce terbiyenin usulü, sonra da hedefleri vardır! Buradan hareketle diyebiliriz ki tüm eğitimciler, tüm eğitimsel görüşler, eğitimdeki hedefleri nazara almalılar, insanlara bu eğitimi niçin verdiklerine dikkat etmeliler! Örneğin mücahit bir insan mı yetiştirmek istiyor, dindar birini mi eğitmek istiyor, bu eğitimi ona vermekle onun cenneti kazanmasını mı istiyor, bunları göze alarak o insana eğitim vermeliler!
Batılılarda ne cennet ve ne de cehennem inancı olmadığı için, onların eğitimdeki amaçları “normal insan” yetiştirmektir! Yani insanı toplumsallaştırmaktır! Çünkü onlar gayb alemine iman etmezler! Bundan dolayı eğitimdeki hedef, insanı çevresiyle iyi ilişkiler kuran ve diyalog sağlayan biri olarak eğitmektir!
Batılılarda pozitif/ilmi eğitim varken, bizlerdeki eğitim “dini” dir! Bundaki hedefimiz de “saadeteyn”i elde edecek dindar insan yetiştirmektir! Yani hem dünya saadetini hem de ahiret saadetini (cenneti kazanan ve cehennem ateşinden kurtulan insanı) var etmektir!
Bizdeki hedef budur. Dolayısıyla hedef, vesileler üzerinde etki bırakır! Bundan dolayı eğitimci, insanı eğitmeden önce o insanın hedefinin ne olduğunu da teşhis etmesi gerekir!
Demek ki dini eğitimdeki hedef, cenneti kazanan insan yetiştirmektir. Pozitif/ilmi eğitimdeki hedef ise, çevresiyle uyum sağlayan tipteki insanları yetiştirmektir!
İsviçre’deki bir kadının, şayet kocasının dışında başka erkek arkadaşları yoksa onu normal biri olarak karşılamazlar! Kocası da öyle, onun da eşinin dışında kadınlardan arkadaşları olmalıdır! Aksi taktirde arkadaşları olmayan kadın ve kocanın bir psikoloğa gözükmesi gerekir inancını taşırlar! Maalesef bu tiplerin o ülkedeki oranı %80 civarlarındadır, çükü kültürleri budur!
Bizdeki hicaba bürünme meselesi de bunun tam tersidir! Bizim kültürümüzde hicaplı kadının birazcık başı açılsa ve saçları gözükse, halkımız onu hoş karşılamaz! Fakat onların kültüründe bir kadının gidip deniz sahilinde yarı çıplak bir şekilde dolaşması normal karşılanır!
Biz diyoruz ki kadın, ne batıdaki gibi hayvanca özgür olmalıdır ve ne de Müslüman topluluklardaki gibi toplumsal varlık olma boyutundan bütünüyle yoksun bırakılmalıdır! Bu ikisinin ortasında olmalıdır!
Yine diyoruz ki bir kadın, ne batıdaki gibi “kendine güven” adı altında tek başına denizin sahillerinde yarı çıplak bir vaziyette dolaşmalıdır ve ne de kimi Müslüman topluluklardaki gibi “insani değerleri kaybedebilir bahanesiyle evine hapsedilmelidir!” Evet, kadın örtünsün, çünkü örtünme bizim toplumdaki kadının kimliğidir. Toplum bu kimlik üzerinden onun dindar, izzetli ve şerefli biri olduğunu kabul ediyor! Fakat örtünme baskıyla olmamalı ve kadın evine hapsedilip tümüyle toplumsal bir varlık olmaktan da uzaklaştırılmamalıdır! Şayet böyle olursa bu bir hatadır! Böyle düşünen bir toplumda modern ve laik bir kadın da toplumsal baskı altında kaldığı için üzerine çarşaf alma mecburiyetinde kalıyordur! Fakat biz bir kadın Allah’tan korksun diye değil, toplumsal saygıyı yitirmesin diye bizim gibi topluluklarda kadının örtünmesinden yanayız! Çünkü topluma saygı duyuyoruz! Şayet kadın içerisinde yaşadığı topluma saygı duymaz ise, bu sefer de şahsiyeti tehdite maruz kalacaktır! Kadının şahsiyeti ise çok çok önemlidir!
Müslüman topluluklar genel itibariyle kadına gerçek kişiliği üzerinde bakmıyor, zahiri ve dış görünüşü üzerinden bakmaktalar! Yani kadının örtüsüne, erkeklere selam vermemesine, sert davranmasına bakıyor! Maalesef bunlar, bizim toplumumuzun gerçekleridir!
İşte vicdani/irfani eğitimin önemi burada ortaya çıkıyor! Çünkü vicdani eğitimin hedefi “salih insan” yetiştirmektir! Salih insan, ariflere göre “hayrı seven, iyilikten yana olan ve insani değerlere önem verendir!” Arifler insanların bu dünyada böyle olmasını isterler! Şayet öteki alem varsa ve orada da cennet mevcutsa, cennete girecekler de zaten bu durumdaki insanlar olacaklardır! Bundan olsa gerek vicdani/irfani eğitimde cennete pek de vurgu yoktur! En fazla vurgu, bu dünyada salih insan yetiştirmeye dairdir! İşte buradan, hedefin ne kadar da tesir ettiği ortaya çıkıyor!
Hedefin Düşünsel Alt Yapıları
Burada kısaca her hedefin düşünsel alt yapılarından ya da şuur altı düşüncelerden veya Kant’ın dediği gibi “eğitimdeki ilkeler” den söz edeceğiz! Diğer bir ifadeyle; her eğitimin kaideleri, kaynakları ve alt yapıları vardır! Ele almış olduğumuz dini eğitim, pozitif eğitim ve vicdani eğitim yöntemlerinin her birinin de alt yapıları vardır! Bu alt yapılardan bazısı bu yöntemlerin her üçünün de müşterek oldukları alt yapıdır! Bazıları ise onların her birinin kendine has alt yapıdır! Onların müşterek oldukları düşünsel alt yapıları şöyle sıralamak mümkündür:
Birincisi, örneğin “özgürlük” tür! İnsan her üç eğitim yöntemince özgür bir varlık olarak kabul edilir! Şayet insan özgür olmaz ise onu eğitmenin hiçbir faydası da olmaz anlamı da olmaz! Şayet insan özgür değil de cebri bir varlık olursa, onu eğitmek de hakiki olmaz, mecazi olur! Yani bitki ve hayvanların eğitimi gibi olur! Bunların eğitimi ise insanların eğitiminden farklıdır! Hayvanlardaki eğitim “nümüvv” (büyütme, çoğaltma, artırma) eğitimidir! Nümüvv; insanın cisminde ya da balıklardaki mecazi terbiyedir! Fakat insanın terbiyesinden maksat, nümüvv değil, “rüşt”tür (anlayış, bilinç, şuur, feraset, akıl ve idraktir!) Rüşt; insanda var olan “bilkuvve/potansiyel gücü” bil fiil’e/eyleme dönüştürmektir! Örneğin insanın fıtratında ilim, şecaat, adalet, keramet, merhamet vs. vardır. Bunların tümü de insanın fıtratında mevcuttur. Bunları, yani insandaki kabiliyeti ortaya koymanın ve eyleme dönüştürmenin diğer bir adı da “rüşt”tür!
İnsan yaşamı boyunca fıtratında var olan bu hayır unsurlarını fiiliyata geçirmelidir! Örneğin insanda öğrenme kabiliyeti vardır. Bu kabiliyetini fiile dökmek için okula gidip okuması gerekir! Onda salih kul olma mecburiyeti vardır. Onu terbiye ve terebbi ile ortaya çıkarmalıdır! İşte bunları yapmada insan özgürdür ve bundaki var olan bu özgürlüğü, söz konusu bu üç eğitim yönteminin her biri de kabul etmiştir!
İkincisi: (Yani bu üç eğitim yönteminin müştereken kabul ettikleri düşünsel alt yapılardan ikincisi ise, “insanın değişime yatkın bir varlık oluşudur!” Şayet insan denilen bu varlık değişim ve dönüşüme yatkın bir varlık olmasaydı, onu eğitmenin ona karşı hiçbir faydası dokunmazdı! Örneğin evlat, değişim kabiliyetine sahip olduğu içindir ki babası ona nasihat etmektedir ve öğretmeni de ona ders vermektedir!
Üçüncüsü: “İnsanın onurlu ve izzetli bir varlık oluşudur!” Bu onur ve izzeti, onun zatından kaynaklanır!
Her üç eğitim sistemi insanın onur ve izzet sahibi olduğunu kabul etmeleriyle birlikte, bu hususta aralarında kısmî birtakım farklılıklar da vardır! Örneğin dini eğitim yönteminde, insanın keramet/onur ve izzetinin, yalnızca din ve imandan kaynaklandığını öne sürerler! İnsanın zati kerametini kabul etmezler! Fakat vicdani/irfani ve pozitif/ilmi eğitim yöntemi açısından, insan zatî keramete de sahiptir!
Bu üç eğitim yöntemlerinin aralarındaki müşterek düşünsel alt yapıyı açıkladıktan sonra, şimdi de bu üç eğitimin biz ve çocuklarımız üzerindeki tesirlerini kısaca sıralayacağız! Yani bu üç eğitim yöntemlerinden birine sahip olduğumuzda, bakalım bizim varlığa ve yaratılışa bakışımızda nasıl bir etki bırakıyor? Aldığımız bu eğitim ile hayata, insana ve varlık alemine dair nasıl bir bakış açısına sahip oluyoruz?
- Eğitim Yöntemlerinin Varlığa Bakışımızdaki Etkileri
Dini eğitim yönteminin bizlerde oluşturduğu varlık tasavvuru şöyledir:
-“Allah biz insanları yaratmıştır ve bizler O’nun kullarıyız! İlahi şeriatın gösterdiği yolda yürüyüp Cennete varmalıyız!”
İşte bu, dinî eğitimin dindarlarda oluşturduğu tasavvurun özetidir! Din adamları, çocukları ve halkı böyle bir tasavvur üzerinden eğitiyorlar!
Bu türden eğitimdeki sorun şudur:
-“Bu şekildeki bir eğitim, eğitimi bozuyor! Yani insanda asıl olan şey, özgürlüktür ve özgürlüğünü kendisinin seçmesidir! Bir başkasının bir insana daracık bir yol seçme hakkı yoktur! Ve yine hiç kimsenin başka biri için “düşünmeyeceği ve yalnızca kulluk edeceği” bir çizgi tayin etmeye de hakkı olmamalıdır! Yine ona “senin yolun budur, sen bir kulsun, seni Allah yaratmıştır, senin malikin O’dur! Hatta yalnızca senin değil, malının dahi maliki Allah’tır! Malın ve mülkün dahi senin yetki alanında değildir” deme hakkına sahip olmamalıdır!
Bu görüş, insanı kulluğa dönüştüren bir görüştür! Bu türden görüşler insanı bozuyor! İnsan özgür olduğunu tasavvur ediyor ama, fakat biraz bu taraftan biraz da öteki taraftan yürü, buradan yürürsen ateş vardır, şuradan yürürsen ateşe düşersin, yalnızca şu çizgi üzerinden yürümelisin” denildiğinde, bu türden teklifler insanın özgürlüğünü bozuyor. Ayrıca insanın aklını da donduruyor! Bunlardan daha tehlikeli olanı ise, bir tek kurtuluş yolunun, önüne konulan o yol olduğuna inanıyor! Bu sefer de kendi tasavvuruna göre o yola aykırı hareket eden her kesin ateşte olduğunu düşünüyor! Bunların sonucu olarak da “kim benim gibi inanmıyor ya da düşünmüyorsa, onun yeri ateştir” diye kesin bir inanca sahip oluyor! Şayet bir Şii Sünni’nin, ya da bir Sünni Şii’nin veya bir Müslüman Hıristiyan ve Yahudi’nin Cehennemde olduğunu tasavvur eder ise, hatta bir Şii, kendi gibi düşünmeyen bir Şii’nin veya bir Sünni kendi gibi düşünmeyen bir Sünni’nin dahi cehennemlik olduğunu düşünür ise, böyle bir durumda insanlar arasında sevginin oluşması asla mümkün olamaz! Yani sevgi esaslı bir irtibatın onlar arasında tahakkuk bulması bir tür imkânsız olur! Bu da nifak belirtisidir! İki yüzlülüğün göstergesidir! Başkasına karşı yapılan davranışta iki yüzlü olmaktır!
İşte dindar insanların sıfatı budur! Çünkü karşısındakinin cehennemde olacağını biliyor ve bu bilgi, bir inanç şeklinde onun zihnini etkisi altına almıştır! Çünkü sürekli bir şekilde din adamları onun zihnine “bu yol kurtuluş yoludur, bu yolun dışında kalanlar da sapıklık içerisindeler” diye bir inanç tohumu ekmişlerdir! Bir Şii bir Sünni’yi gördüğünde (ya da tersi de olabilir) onun çok iyi bir insan olduğuna inansa dahi, kalben onu sevmez! Çünkü onun tasavvurundaki İslam ve Kuran’a göre o batıl üzeredir! Zira ona göre Kuran diyor ki:
– “Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri veya kabileleri olsa dahi, Allah’a ve peygamberine düşmanlık edenleri sevdiğini göremezsiniz. Allah, onların kalplerine imanı yazmış ve kendi katından bir ruh ile onları desteklemiştir.” (Mücadele: 22)
Yani bir Şii ya da Sünni, birbirlerine karşı yağcılık yaparak ya da riyakâr davranarak güzel sözler söylüyorlar, fakat kalben karşısındaki kendinden olmayanı sevmiyorlar. Bu da insanlardaki nifak ve ikiyüzlülüğü geliştiriyor! İşte esas suç da budur!
İnternet ortamında ve sosyal medyanın yaygın olduğu bu dönemde, insanları tek bir itikat çatısı altında toplamak ve bir daire içerisinde tutmak mümkün değildir! Ve yine insanları tek bir fikirle sınırlamak da mümkün değildir! Dolayısıyla bizler, diğerlerinin hakkına da itiraflarda bulunmak mecburiyetindeyiz! Diğerlerinin itikadına da saygı gösterme mecburiyetindeyiz. Her kes cennete giderse ne olur ki? Cenneti sen neden yalnızca kendine has kılasın ki?
Vicdani/irfani eğitim yöntemi der ki, hayır, onlar da hak üzeredirler! İnsan şayet salih ise, başkasına zulmü yoksa, o taktirde önemli değildir! Kuran:” Ancak Allah’a temiz bir kalple gelen kimse müstesna” (Şuera: 89) der. Önemli olan temiz kalptir! Yine Kuran:” Kuşkusuz, “Rabbimiz Allah’tır.” deyip, sonra sebat gösterenlere” (Fussilet: 30) der. Yalnızca Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra da bu istikamet üzerinde yürüyüp, vicdanında Allah’ı görmek lazımdır! Bakacağız ki acaba Allah yaptığımızdan razı mıdır? Yani sürekli değişen şeriatın hükümlerine değil de sürekli olarak Allah’a (vicdana) bakmalıyızdır!
Diğer bir sorun daha vardır ve o da şudur: Şeriatın hükümleri de birbirleriyle zıttır! Birbirlerini tekzip ediyorlar! Dolayısıyla, birbirlerini tekzip eden zıt hükümler, insanları da içinden birbiriyle zıtlaştırıp böyle bir durumun ortaya çıkmasına vesile oluyorlar! Buna sosyoloji ilminde “Habitus” derler!
“Habitus”; bireyin davranışlarına yön veren ve kendimizin içinde bulunduğumuz toplumsal hayat ve o hayatın rengini almak demektir!
Şer’i hükümlerin tezat oluşturduğu hükümlerden bir örnek vermeli olur isek şunu söyleyebiliriz:
– “Kimi rivayetler mal ve mülkü yermektedir. Kimileri ise onları övmektedir! Zengin olmak, mal ve mülkü yeren rivayetlere göre bir kusurdur! Fakir olmak da mal ve mülkü öven rivayetler açısından bir kusurdur! Örneğin kimi rivayetler “fakirlik, salihlerin şiarıdır”, “Fakirlik benim iftiharımdır”, “fakirlik enbiyanın şiarıdır” der. Kimi rivayetlerde de peygamberin şöyle dediğini aktarır: “Yoksulluk bir insan suretinde gözükseydi şayet, ben onu öldürürdüm!” Denilmez mi ki ey elçi! Madem ki yoksulluk sizin iftihar ettiğiniz bir şey ise, niçin onu öldürüyorsunuz?
İşte bu rivayetlere bakınca, dindar insan şaşırıp ortada kalıyor! Kuran da bu türden zenginlerden “mütref” (varlık içerisinde sefahata dalmış kimseler) diye bahseder! Diğer birtakım ayetler de maldan “hayır” diye bahseder! “Birinize ölüm geldiği zaman, kendinden sonraya hayır (mal) bırakıyorsa,…” (Bakar: 180) Diğer bir takım ayetlerde de malı yeriyor: “Ve biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer fitnedir” (Enfal: 28) Yani şayet dini naslar bizlere eğitim için fırsat tanırsa, bizler o taktirde tezatlar içerisinde kalırız! İnsan ne yapacağını bilmez! Örneğin bir müçtehide baş vurup bir şey soruyoruz. Onun verdiği cevabın zıddını başka bir müçtehit söylüyor! Demek ki sahih ve salim bir yola kavuşmak, vicdan yolu dışında mümkün olmuyor! Ne yapacağınızı vicdan size söylüyor!
Bununla ilgili ariflerde şöyle güzel bir söz vardır, derler ki; bir konu hakkında çıkmaza girdiğinde “onun fetvasını kalbinden sor!” Yani o konu hususunda ona buna gitmene gerek yoktur! Naslara baş vurmana gerek yoktur! O konunun fetvasını kalbinden/vicdanından al! Örneğin eşin ile bir sorunun mu oldu, onu vicdanına sor! Vicdanın sana “git ona selam ver işi öyle hallet” der! Malın varsa ve malı seviyorsan, vicdanın sana bunun hiçbir sakıncası yoktur der! Fakat o malın ile şer olan işlere hizmet etme, malı hedef edinme, çünkü o taktirde tüm hedefin madde olur! Bundan dolayıdır ki, Batının pozitif eğitimlerinin eksikliklerinden birisi, mala tapmaktır! Onların nezdinde milyarder biri, Cumhurbaşkanından daha saygındır! Onların nezdinde yoksulun hiçbir değeri yoktur! Bu da Batı kültürünün eksikliklerinden biridir!
Vicdani/irfanî eğitim yönteminde ise, insanlıktan daha değerli bir şey yoktur! İnsanın yalnızca insanlığına saygı duyulur! Ne mala ne dindarlığa ne makama ne de şahsiyetine, hiçbirine insani değerler kadar saygı yoktur! O kişi insan olduğu için saygındır, zatî keramet ve izzeti olduğu için değerlidir! insanın karşıdakine dış unvanlarından dolayı saygı göstermesi doğru değildir!
Arifler açısından zata bakmak çok önemlidir! İnsanda asıl olan vicdanına dönmesi ve vicdanlı olmasıdır. İşte kemalata ulaşmak için ilk sırada olan budur ve en yüce bir derecedir! Yani insan vicdanına dönmeli ve vicdanının gösterdiği istikamette yürümelidir!
– “Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra yolunu düzeltenler” (Fussilet:30) ayetindeki “Rab”, insanın “şahsi vicdanıdır!” Kalbindeki bu Rab, senin sesini “vicdanın vasıtasıyla duyuyor!” Ve seni o doğru yola sevk ediyor! Bu taktirde o vicdanda tezat bulunmaz! Dış görünüşlere büyük saygılar gösterilmez! İşte ariflerin sireti budur!
Bu anlayış yalnızca Müslüman ariflere has değildir, tüm dünya arifleri böyledir! Kısacası ariflerin siretinde tenaküz yoktur! Sürekli muhabbet vardır, rahmet vardır! Arifler mezhepleri, zahircilikleri ve dış görünüşleri tümüyle aşmış kimselerdir! Arifler şeriat, tarikat ve hakikat gibi bu üç dereceyi aşmış kimselerdir! Eğitim hususunda ise bu üç dereceye riayet ederler!
Buraya kadar üç eğitim yöntemindeki farklı bakışların ilki olan “varlık alemine bakışları”nı izah ettik!
- Eğitim Yöntemlerinin İnsana Bakışımızdaki Etkileri
“Acaba insan beden ve ruhtan mı müteşekkildir?” Böyle bir bakış, hem “dindarlar” da mevcuttur hem de “vicdancılar” da! Fakat Batılılarda insanın iki şeyden müteşekkil olduğu kabul edilmez!
Batılılara göre insan tek bir yapıdan müteşekkildir ve o da bedendir! Bu bedenin, arzuları, güçleri, imkanları vardır! Nefis denilen şey de budur! Yani Batılıların inancında “ruh/nefis bedenden ayrıldıktan sonra beden ölüyor” diye bir şey yoktur! Batılı psikologlar Müslümanlar gibi nefsi bedenden ayrı bir varlık olarak kabul etmiyorlar! Bizlerin nefis hakkındaki tasavvurları gibi bir tasavvura sahip değiller! Onların algısındaki nefis, düşünce, arzuların gücü veya akledip akledememek anlamındadır! Onlar, bizim tasavvurumuzdaki gibi ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu kabullenmezler! Fakat bizim dindarlar ile vicdanlılar/arifler, insanın beden ve ruh gibi iki varlıktan müteşekkil olduğunu kabul ederler!
Dindarlar ile ariflerin bu konudaki farklı görüşleri şudur:
– “Dindarlar ruh ile bedenin birbirine zıt şeyler olduklarını ve birbiriyle barışık olmadıklarını söylerler! Arifler ise ruh ile bedenin birbirleriyle barışık iki şey olduklarını söylerler ve beden neyi arzularsa, ona karşı konulmaması gerektiğini ifade ederler!”
Ariflere göre “bedenin arzularını doyurmak birinci sırada yer alır, çünkü onlara göre bedenin arzuları yerine getirilmez ise, insanın maneviyata/tekamüle ulaşması mümkün olamaz! Şayet bir insanın ekmeğe ya da emniyete ihtiyacı varsa ve bunu da temin etmezse, onun maneviyata ulaşması gerçekleşmez! Şayet bir insanda birçok acı ve ağrılar var ise, ona ne kadar güzel sözler söylenirse söylensin o, yalnızca kendindeki o acı ve ağrıları düşünmekle meşgul olur! Çünkü en önemli şeyi, önceliği olan şeydir! Mal da bunlardan biridir dünya sevgisi de! Bizler öncelikli ihtiyaçlarımızı görmezlikten gelemeyiz”derler!
Arifler der ki, önce bedeni doyur ki sonrasında maneviyata ulaşmış olasın! Beden ile ilgili ihtiyaçları giderip onu doyurmaz isen, maneviyat ve iman aşamasına ulaşamazsın! İman yüce bir değerdir, fakat bu değer, bedenin ihtiyaçlarını giderdikten sonra oluşur!
Genç bir insanın zihni, sürekli cinsel arzularla meşgul olur! Öyle birine cehennemden, cennetten, azaptan ve ahiretten söz etmek fayda vermez! Çünkü ondaki bu ihtiyaçlar, senin davetinin zıddına çalışıyordur! Bundan dolayı ilk önce, o bedeni doyurmak lazım! Doyurmaz isen, o genç haramayı sürdürür ve sonunda dinden çıkar! Ona her ne kadar “böyle harama düşer isen Allah seni ateşe sokacaktır” desen de fayda vermez! Tövbe ederim ya da Ehl-i Beyt’ten şefaat dilerim vs. gibi düşünceler, uyuşturucu maddelerdirler! Bu türden söz ve düşünceler, dindar insanları haram işlemeye alıştırır! Ayrıca bu gibi sözler, dindar insanlardan münafık çıkarır! Örneğin bir toplum içerisinde faraza sakalı olmayana saygı gösterilmiyorda sakalı olana saygı gösteriliyorsa, adam saygı görmek için ister istemez sakal koyacaktır! Nitekim birtakım insanlar bunu böyle yapmaktalar!
Kısacası imani konular aynen bir bulmaca gibidir, ilmi konular gibi kesin değildir! Şayet imani konular da ilmi konular gibi kesin olsaydı, onun bir tadı ve anlamı kalmazdı! Cazibiyet ve letafeti yok olurdu. Örneğin ilmi konularda 1+1= 2 eder. Bu hem doğru hem de kesindir. Fakat bunun bir letafeti yoktur. Ama gidip bir resim tablosunu gördüğümüzde ve onu çizen ressamın o resimde bir takım sır ve gizemlerinin bulunduğunu fark ettiğimizde, onun üzerinde uzunca bir zaman derinlemesine düşünmeye başlıyoruz!
Evet, resim tablosunda, şiirde, müzikte, sanatta ve tüm fenni ve bilimsel işlerde sır ve muammalar vardır! Yani var olan her şeyde hem zahir hem de batın vardır! Şayet her şey yalnızca zahirden (dış görünüşten) ibaret olsaydı, onda bir letafet kalmazdı!
Özetlemeli olursak; arifler/vicdancılar insandaki maneviyat ve batıni şeylere önem atfederler! İnsanın inancında da özgür olması gerektiğini savunurlar ve önüne konulan inanca bağlı kalmasını ve onu tastik edip uygulamasını değil, kendi tercihiyle inancını seçip isterse onu tatbik etmesini savunurlar! Örneğin okullarda çocuklara içecek olarak 3 şey önerirler, su, süt ya da meyve suyu. Çocuğun önüne bir tek şey koyup onu içmeye icbar etmezler! O üç şeyden birini seçme özgürlüğünü çocuğa bırakırlar. Çocuk büyüdüğünde de ona seçme özgürlüğü verilmelidir! Evlenme ya da meslek edinmede de seçme özgürlüğü verilmelidir! İdeoloji ve inanç seçiminde de ona seçme özgürlüğü verilmelidir! Çocuğun bir şeyi seçmesi, onun sorumluluğunu üstlenmesidir! Sorumluluk üstlenmek ise, insanlığın göstergesidir! Şayet seçimi kendi yapmaz ise, onun sorumluluğunu da kabul etmez! O taktirde de insanlığın gereği olan şeylerde de sorumluluğunu ifa edemez! Yani onun insanlığı eksik olur!
Hasılı dindarların hatası “insanlara inanç yüklemeleridir!” Yani insanlara inanç yüklemekle onların özgürlüklerini ellerinden alıyorlar, dolayısıyla da insanın yaşamında başarısız olmasına vesile oluyorlar! Çocuğunu dindar yaptığında dahi, çocuk için onu dindar yapmıyor, halka “benim çocuğum dindardır!” demek için, daha doğrusu kendi nefsi için onu dindar yapıyorlar! Çünkü oğlu ya da kızı şayet dindar yetişmez ise, onun için ayıp olur! Kendisinin halk içerisinde suçlanmasından korkuyorlar! Fakat Batı eğitiminde çocuğa seçme özgürlüğü veriliyor! Çocuk da istediği meslek, ideoloji ve inancı seçebiliyor! Bundan dolayı da onlar, bizimkilerden önde oluyor!
- Eğitim yöntemlerinin Dünya ve Ahirete Bakışımızdaki Etkileri!
Bu inanç (dünya ve ahiret inancı) dindar ve ariflerde vardır, fakat Batılılarda söz konusu değildir!
Dindarlara göre ahiret dünya ötesindedir ve ruhların orada yer almasıyladır! Fakat ariflere göre ahiret de bu dünyadadır! Yani beden zahir ve ruh (maneviyat) ise ahirettir!
Ariflere göre ahiret inancı dindarlarda hurafeler ile süslenmiştir! Şefaat meselesi, parmağa akik yüzük takmak ve namazdaki kunut dualarında o yüzüğü çevirip yüzüne bakarak dua etmek, imamların türbelerine ziyarete gitmek vb. gibi birtakım meseleler, hurafelerden başka bir şey değillerdir! Bu türden işler, insanın aklını domlaştırıp, vehim ve duygularıyla hareket etmesine vesile olan şeylerdirler!
Ariflere göre dindarlar; dünyalarını ahiretleri için terk eden kimselerdirler! Ariflerce; nasıl ki beden ile ruh arasında bir tezat söz konusu değilse, aynı şekilde dünya ile ahiret arasında da herhangi bir tezat ve farklılık söz konusu değildir!
Arifler; dünya ile ahiret arasında bir sulhun bulunduğunu, ölümden sonra ahiretin olmadığını ve ahiretin de bu dünyada olduğunu söylerler! Yine ahiretten muradın maneviyat olduğunu ve şayet insan iyi birisi ise, iyilik gibi şeylerin göz ile gözükecek şeyler olmadığını öne sürerler! Allah’a yakınlaşmanın ve Allah’ta fena olmanın (fena fillah) da hayırda fena olmak olduğunu iddia ederler! Yani onlara göre Allah’ta fena olmak, insanlıkta fena olmaktır! İşte insanın ahireti budur!
Arifler açısından şerir insanın da ahireti dünyadadır! Yani o da dünyada azap görür!
– “Ve Cehennem kafirleri kuşatmıştır!” (Ankebut: 54)
Arifler der ki, bu ayet mucibince dünyada Cehennem onları (Kafirleri) kuşatmıştır! Fakat bunu görmüyorlar!
Fakat dindarlar Cennet ile Cehennemin öldükten sonra bulunduğunu söylerler! Ariflere göre bunların öldükten sonra bulunduğunu kabul etmek, gerçekten insanı bozuyor! Yani onlar açısından İşit gibi teröristlerin Cennet inancının bulunmaması daha iyi olur! Çünkü bunlar yüzlerce insanı öldürüp resule taktim ediyorlar! Bunun mukabilinde de Cenneti istiyorlar! Dolayısıyla Ariflere göre gerçekte bunları (İşit) terörist yapan şey, Cennete olan inançlarıdır!
Yine Arifler şöyle derler: “Bizler ölümden sonra Allah’a lika etmek için O’na ibadet etmiyoruz! Bu, doğru değildir! Mümin olan için yalnızca “amel” gereklidir! Zira Kuran:
– “Onlar (huşu duyanlar), Rablerine kavuşacaklarını zannederler (umarlar)” (Bakara: 46) diyor.
Ariflere göre ayette “zannediyorlar” diye buyurulmuştur, “yakin ediyorlar” diye buyurulmamıştır! (İmam Ali’ye göre ayetteki “zan” dan kasıt “yakin” dir!)
Arifler şu iddiayı da ortaya atıyorlar: “Kuran niçin “zannediyorlar” diyor? Çünkü insanların %99’u ölümden sonra yok olacaklarını düşünüyorlar! Yani milyarlarca insanın;” Ya Rab! Bana Huri ver, cennet ver, köşk ver” dediklerinde, Allah’ın da “buyurun alın” diye vereceğine inanmıyorlar! Diğer bir ifadeyle; Allah’ın hizmetçi olacağını, kendilerinin Allah, Allah’ın da kendi hizmetçileri olacağını kabul etmiyorlar!”
Fakat arifler şunu da derler: “Biz amelimizi yapacağız! Bunu da Cehennem korkusu ya da Cennet tamahı için değil, Allah’ı sevdiğimiz için ve O’nu ibadete layık bulduğumuz için yapacağız. Cennete inanmak meselesi insanı bozduğu gibi, Cehennemden korkmak da insanı bozar! Dindarlar “korku ile ümit arasında yaşayacaksın” derler ve bunun insanı mutedil (vasat insan) yapacağını iddia ederler! Bizce bu doğru değildir ve bir vehimden/hayalden ibarettir! Ayrıca Korku mekruhtur (sevilmeyen şeydir)! Biz yalnızca amele iman ederiz. İnsanı insan yapan, korku değil de ameldir! Yani hastalıktan kork, yoksulluktan kork, ölümden kork, Cehennemden kork, emniyetten kork, devletten kork, babadan kork, Allah’tan kork ve… Bu korkular içerisinde insan salih insan olabilir mi? Din adamları durmadan Müslümanları korkutmuşlar, akıllarını dondurmuşlar, insani duygularını çalışmaz hale getirmişler, insanın tüm güzelliklerini yok etmişler, Allah’tan, sıratı geçmekten, kıl gibi ince, kılıç gibi keskin olan köprü üzerinde yürümekten kork demişlerdir! Peki bu korkuların sonu nereye varacaktır?”
“Tasavvuf” irfan’ın ameli boyutudur. İrfan ise tasavvufun nazari boyutudur. Yani bir konuya düşünsel olarak bakıldığında ona “irfan” derler ya da “nazari irfan” derler! Bu konuya amel edildiğinde ise ona “tasavvuf” ya da “ameli irfan” derler!
Arifler, bir konuya düşünsel bakmayı doğru bulmazlar. Çünkü onlar düşünceyi sevmezler. Çünkü derler: “Düşünmenin fazlası (fazla öğreti) insanın duyguları üzerinde baskı oluşturur ve adamı “insani bilgilere karşı taşlaştırır! Bundan olsa gerek insanlara “asla kitap okumayınız” derler. Çünkü kitap okumak kalbi taşlaştırır ve o bilgiler insandaki duyguları yok eder. Nitekim derler ki Kuran’daki şu ayet buna şöyle işaret etmiştir:
– “Kim Allah’a karşı takvalı olursa, Allah ona bir çıkış yolu sağlar.” (Talak:2) “Eğer takvalı olursanız (Allah) size hakkı batıldan ayırt etme gücü veriri.” (Enfal: 29)
“Takva”; insanın vicdanı doğrultusunda hareket etmesidir! Şayet bir insan vicdanı doğrultusunda gider ise, Allah onun için yaşamında bir çıkış yolu karar kılar! İnsan okumak ya da mütalaa etmekle bunu elde edemez! Bu durum yalnızca Müslümanlara has değildir, tüm milletlerdeki ihlaslı ve takvalı insanlarda vardır. Her vicdanıyla hareket eden ve Allah diyende bu vardır! Ve yine tüm insani değerler üzerinden hareket edenlerde bu vardır! Bu türden insanlara Araplarda “İbn-i Cevadi”, japonlarda “Somorain”, Fransızlarda “Şovelya”, Fasih Arapçada “Feta- Fütüvvet”, Batılılarda “Donkişot”, Türklerde “Er” ve Farslarda da “Merd” derler! Bu türden insanlar şerefli, yiğit, asil ve soylu insanlardırlar! Bunlar namaz kılıp oruç tutmasalar dahi şerafet, izzet, insanlık ve soyluluklarından asla taviz vermezler. Bu tipler darda kalanların yardımına yetişir, nerede bir sıkıntı varsa oraya koşarlar. Yani bunlar, insani hislerle davranan insanlardırlar! Arifler de böyledirler! Yani söz ehli değil, eylem insanlarıdırlar! Vicdani insanlar da böyledirler! Bunlar insandırlar ve Allah’ın dilediği insan olmak için çaba harcarlar!
Arifler, bir insanın şahsiyetini onun şahsından daha çok önemserler! Örneğin bir kadının hicabına değil, onun kişiliğine bakarlar. Şayet bir toplumun kültüründe onun hicapsız olması şahsiyetine darbe indirirse, hicabı da önemserler, şayet darbe indirmiyorsa, hicabı önemsemezler. Açıkçası arifler tümüyle özgürlükten yanalar! Bundan dolayı da akletmeyi çok önemserler!
Bizler için en büyük tehlike, örfün şeriat (kanun) yapmasıdır! Yani bir kural çıkarıp onun Allah’tan olduğunu söylemesidir! Bizlerin böyle bir durumda yapmamız gereken şey, o kuralın Allah’tan değil de örften (toplumdan) olduğunu ve bu kuralın bağlayıcı olmadığını insanlara izah etmektir! Yani örfte var olan her kural Allah’tan değildir! Şayet örfte hicap vardırsa, o hicap kabul edilir. Şayet Batılıların örfünde hicap yoktursa, o da kabul edilir. İlla örtü Allah’tandır deyip onları baskı altına almak ilahi emir değildir! Önemli olan Allah’ın kadına verdiği “iffet”tir! Şayet kadının örtüsü var, iffeti yoksa, bu tehlikelidir. Ya da iffeti var hicabı yoksa, bu da iyidir! Şayet her ikisi de vardırsa, bu daha iyidir ve en güzel olanıdır! Önemli olan kadının Allah ile ilişkisini koparmamasıdır! Önemli olan kadının şahsiyetini eksiltecek teşhir ve davranışlardan uzak durmasıdır!
Batıdaki ve özellikle de siyasi makamlarda bulunan kadınlar, bakıyorsunuz ki kadınlık kişiliğini korumak için her ne kadar başları açık olsa da göğüs, kol ve bacakları büyük ölçüde kapalıdır! Vücutlarıyla erkekleri tahrik edecek davranışlardan uzaktırlar! Çünkü onlar da hem bilgili ve hem de vicdanlarının sesine kulak veriyorlar, ayrıca fıtratlarına yerleştirilen vicdani seslerine kulak vererek böyle davranıyorlar!
-
İran ve ABD, nükleer müzakerelere Roma’dan sonra Umman’da devam edecek
-
Naci Görür: 23 Nisan depremleri İstanbul depremini daha öne çekti
-
İmamoğlu cezaevi hücresini çizdi: 19 Mayıs için Türk Bayrağı çağrısı yaptı
-
Merkez Bankası’nın yaptığı döviz satışı bir ayda 52 milyar doları aştı
-
Papa Francis’in cenaze töreni: Liderler Roma’da bir araya geliyor
-
Trump’ın gümrük vergileri aslında kimi hedef alıyor?
HABER LİSTESİ
-
01
İran ve ABD, nükleer müzakerelere Roma’dan sonra Umman’da devam edecekABD Başkanı Donald Trump anlaşma sağlanamaması halinde hava saldırıları düzenleyeceği tehdidinde bulunurken, İran da artan uranyum stokuyla nükleer silahlarını artırabileceğinin ipuçlarını veriyor. İran ve ABD arasında Tahran’ın hızla ilerleyen nükleer programına ilişkin müzakereler Cumartesi günü Umman’ın başkenti Maskat’ta yeniden başlayacak ve her iki taraftan teknik uzmanlar olası bir anlaşmanın ayrıntılarını belirlemeye çalışacak. Görüşmeler, ABD’nin yaklaşık […] -
02
Naci Görür: 23 Nisan depremleri İstanbul depremini daha öne çektiNaci Görür, fay konuşmak yerine önemli olan konunun depreme dirençli kentler yaratmak olduğunu tekrarladı. Yer bilimci Prof. Naci Görür, Cuma günü yaptığı açıklamada 23 Nisan’da İstanbul’da meydana gelen 6,2’lik depremle ilgili, ”Bu son 23 Nisan depremleri İstanbul Depremini daha da öne çekti,” dedi. İstanbul’da Silivri açıklarında Çarşamba günü öğle saatlerinde meydana gelen ve 12:49’da çevre […] -
03
İmamoğlu cezaevi hücresini çizdi: 19 Mayıs için Türk Bayrağı çağrısı yaptıEkrem İmamoğlu, ‘Tüm Türkiye’ye çağrımı yineliyorum. 19 Mayıs’a kadar evlerde, iş yerlerinde, köylerde, şehirlerde, arabalarda, telefonlarda Türk Bayrağımız olsun,’ dedi. İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu, tutuklu bulunduğu Silivri’deki Marmara Kapalı Cezaevi’ndeki hücresini çizdi. Renklendirilen çizim, İmamoğlu’nun sosyal medya hesabından paylaşıldı. İmamoğlu çizimle beraber şu notu paylaştı: “Ben odamı çizdim, arkadaşlarım da resmettiler. Hücremin […] -
04
Merkez Bankası’nın yaptığı döviz satışı bir ayda 52 milyar doları aştıMerkez Bankası (TCMB), son iki yıldır rezerv biriktirmeyi öncelikli hedeflerinden biri haline getirmişti. Ekonomistler, İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alındığı 19 Mart’tan bu yana Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) dövizi baskılayabilmek için yaklaşık 50 milyar dolardan fazla satış yaptığını hesapladı. İmamoğlu, 18 Mart’ta İstanbul Üniversitesi’nden aldığı diplomanın iptal edilmesinden bir gün sonra […] -
05
Papa Francis’in cenaze töreni: Liderler Roma’da bir araya geliyor88 yaşında hayatını kaybeden Papa Francis’in cenaze töreni Cumartesi günü gerçekleşecek. Törene büyük bir kalabalığın katılması bekleniyor. Papa Francis’in Cumartesi günü yapılacak cenaze töreni öncesinde devlet başkanları ve ileri gelenler Cuma günü Roma’da bir araya geliyor. Vatikan, aralarında 50 devlet başkanının bulunduğu 130 delegasyonun katılımını teyit ettiğini açıkladı. ABD Başkanı Donald Trump ve Ukraynalı mevkidaşı […]