Hakkın ve Doğruların Mizanı Nedir?
05.06.2023 15:08
607 Kişi Okumuş
0 Yorum

Mehdi Aksu
mehdiaksu_110@hotmail.com
İslam ümmetinin gelecek yüz yıllarını, bin yıllarını düşünen ve dert edinen sorumluluk sahibi insanların görevlerini taviz vermeden, ilkeli olarak yerine getirme mecburiyetleri vardır.
Yazılan bir yazı veya konuşulan bir konu yahut yapılan bir etkinlik hususunda muhataplara düşen görev, bu konuşulan, yazılan ve yapılan şeyler yanlış ise, onları düzeltmek ve failini ilkeli ve üslubuna uygun bir şekilde ikaz etmektir. Eğer maksat muğlâk ise ve anlaşılmıyorsa bu durumda da faile maksat ve amacı sorulmalıdır. Ancak bunu yaparken samimi ve inandırıcı olmalılar. Aksi halde, itiraz ve tenkitleri hükümsüz kalır ve” lâf ü güzaf’tan” öteye geçmez.
Bu sebeple, bir takım konuşmalar ve satırlara dökülen bazı düşünceler hakkında kamuoyunun gösterdiği lehte/aleyhte tepkiler hak mizanına göre yapılmalı. İster övgü, ister tepki takımcılık ruhu ile yapılmamalıdır. Zira İlahi ve akli ölçütlere göre hak onaylamadığın birisi tarafından yapılsa veya söylense hak olmaktan çıkmaz. Yine yanlış, kardeşin-onayladığın birisi tarafından söylense veya yapılsa yanlış olmaktan çıkıp doğru olmaz. Doğru her yerde doğru olduğu gibi yanlış da her yerde yanlıştır.
Ancak doğrular ile yanlışların ölçüsü ve ayarı kişiler olmamalıdır. Yani doğrular ve yanlışlar kişilere göre değerlendirilmemelidir. Böyle olduğu takdirde onayladığının yanlışını gül, onaylamadığının doğrusunu da diken kabul edersin.
İnsan kendisini ölçü kabul ettiği durumda doğrular ve yanlışları kendisine göre değerlendirir. Oysa doğrular ve yanlışların ölçüsü/furkanı ilahi kavramlardır.
Üzülerek belirtecek olursak; İslam dünyasında ve Ehlibeyt camiasında bir kutuplaşma tehlikesi ile karşı karşıyayız.
Örneğin yaşanan olaylar hakkında yapılan konuşmalar açıklanan bildiriler oldu ve her geçen gün de bu açıklamalar, yazılanlar devam etmektedir. Ancak dikkat edilirse bu konu hakkında konuşanlar, yazanlar, bildiri yayınlayanlar genelde yanlı, haksız ve gerçeklerden uzak ilginç yorumlar yazmışlar ve konuşmalar yapmışlardır, bu durum halen bile devam etmektedir. Asıl konu bir tarafa atılmış eli kalem tutanlarımızın büyük bir bölümü bir birlerini yok sayma seline kapılmışlardır. Konu üzerinde tartışılacağı, fikir üretileceği yerde biri “bizimki doğru söyledi” bir diğeri “hayır sizin ki yanlıştır bizimki en doğru olanı söyledi” söylemleri ile atışmaktalar.
Bunların bir kısmının konuya “tarafgirlik” kaygısıyla yaklaştığı, bir kısmının da “karşıtlık” refleksiyle tepki gösterdiği görülmekte. Böyle olunca da, meseleye akl-ı selim ile yaklaşma ya da sağduyu ile hareket etme fırsatını toplumca kaçırmış oluyoruz.
Oysa söz konusu meseleye bakılırken “kişiler” merkezli değil de “ölçüler, deliller, belgeler ve kıstaslar” merkezli yaklaşılmış olsa ve bu konu hakkında insanî, İslamî, vilayi ve imani tavrımızın ne olması gerektiği üzerinde durulsa, bu kadar gürültü çıkarmaya gerek kalmayacak!
Hakkın mizanına iman getirenler, “sözde takva abideleri” ve “sözde abid-muhlislerin” mizanlarına gelmezler. Hakkın mizanına iman getirenler ve hakka hesap verme şuuru ile yaşayanlar; “Her gittikleri yerlerde; bir kişi bile olsa ona ne verebilirim, nasıl cehaletten, yanlıştan çıkmasını ve Ehlibeyt gemisinin bir yolcusu olmasını sağlarım yahut necat gemisinin kutlu yolcuları hakkında kötü ve çirkin önyargıları nasıl bertaraf edebilirim düşüncesi ile hareket edenler, Allah’a hesap verme bilinci ile hareket ederler ve başkalarının hesapları ile yol yürümezler.
Selam ve dua ile…
YORUMLAR