İki Değer!..

Hasan Kanaatlı
*
*
Evrendeki iki değer:
- “Varlık”.
- “Varoluşçuluk!”
“Varlık”; bizim dışımızda bizden önce var olan her şeydir. Diğer bir ifadeyle varlık; “nesne” dediğimiz şeydir. “Nesne” her ne ise biz ona varlık diyoruz! Yani bizden bağımsız olarak bu evrende bir varlık vardır. Örneğin dünya bizden bağımsızdır ve yine içine doğduğumuz alan bizden bağımsızdır! Ailemiz de dahil olmak üzere biz var olamadan önce var olanlara, sahip olduğumuz ve eklemlendiğimiz birikimlere “varlık” deriz! Çünkü bunlar, bizleri binlerce yıllık bir birikimin parçası olmaya zorluyor. Yani Türkiye’de doğduysanız, doğal olarak Müslüman’sınızdır, Hindistan’da doğduysanız Hindu’sunuzdur! Dolayısıyla eklemleneceğiniz şey, sizden önce birçok şeyi kodlamıştır, hem doktrin haline getirmiş hem de gerektiğinde onu argümanta etmiş, bilimsel bir çerçeveye oturtmuş ve yapacağını yapmıştır. Siz bunların içine doğuyorsunuz ve sonra da o birikimin rengini alıyorsunuz! İşte varlık budur!
“Varlık”tan kastım tekrar edeyim ki, benden bağımsız olan bir şeyin içinde kendimi bulduğum bir alandır. Bu, fiziksel koşullarıyla dünya olur, toplum olur, aile olur vs.!
“Varoluşçuluk” ise; sizin kişisel hikayenizdir! Diğer bir ifadeyle “varoluşçuluk”; insanın kendini ortaya koymak için yaratılıştan kendinde var olan insan olma potansiyelini açarak ve o yetileri kullanarak elde ettiği kişiliğidir!
İnsanoğlu, aslında Allah katında ona emanet olarak verilen o “yetilerini” yerine getirip getirmediğinden sorguya çekilecektir! Onların hakkını verdiğinde de onurlu bir varlık olarak ve kendinden sonra, gerisinde bir hikâye bırakarak bu dünyadan ayrılıp gidecek ya da o yetilerinin hakkını vermediği taktirde, tam tersi tarihin unuttuğu ve bir daha esamesinin kimse tarafından anılmadığı bir varlık olarak tarihe gömülüp kaybolacaktır! Daha açıkçası insanoğlu; kendisine Allah’ın lütfetmiş olduğu o yetileri ile, yaşarken “ikinci doğasını” da kendisi var etmelidir!
İnsanın doğuştan getirdiği ya da içerisinde doğduğu toplumun kendine dikte ettiği bir yapı vardır. Örneğin içinde doğduğumuz toplum ya da kendimize çerçeve edindiğimiz ailemiz şayet olumsuz ise ve sizi mesele hırsızlığa meylettirecek bir toplumsal yapı içerisindeyseniz, anne-babanızdan ya da çevrenizden gördüğünüz bu şey, sizin “birinci doğanızdır!” Daha sonraları akletmek ve tecrübe ile ve yine bunlardan kaynaklanan bir ufukla, kendinize ikinci bir “doğa” daha kurabilirsiniz! Buna da insanın “ikinci doğası” adı verilmiştir. Yani gerçekte siz, eğitim, vahiy ve felsefe’den yararlanarak, yaşarken bunların vesilesiyle kendinizi/kişiliğinizi de var etmiş oluyorsunuzdur! Nitekim ilahi hitabın ve bütün eğitim doktrinlerinin doğasında bu vardır!
Eğitimciler çocuklara eğitim verirken, kendi içinde var oldukları doğalarını muhafaza etsinler diye onları eğitmiyorlar! Eğitim denilen şey, “kasıtlı kültürleme!” diye tanımlanıyor. Yani bir havuzda daha önceden belirledikleri bilgileri topluyorlar, sonra da eğitmek istedikleri insanları onun içerisinde toplayıp, onları orada budadıktan sonra aşılama yapıyorlar! Fakat size aşılananlar hususunda sizin bir tercihiniz olmuyor!
Yani genelde insanların ana-babalarından alıp biriktirdikleri hem “genetik stopları” vardır hem de toplumdan, kültürden, gelenekten, atalarından aldıkları “epi genetik stopları” vardır!
Örneğin müziğin hâkim olduğu bir aileye doğan bir çocuğun ilk önce kulağına besteler, kompozisyonlar, performanslar vs. geliyor. Bu çocuğun epi genetiğine (genetiğine değil!), kulaktan dolma ile beynine giden bütün o dışarıdan akanlar, aslında o günden itibaren onun şahsiyetini belirlemeye başlıyor! Çünkü çocuk bu müzik bestelerinin içinde doğmuştur! Dolayısıyla ataların dediği gibi “insan çevresinin çocuğudur!” Yani yalnızca biyolojik baba-annesinin çocuğu değildir.
Dolayısıyla bizler iki şekilde belirleniyoruz; ya biyolojik çevremiz tarafından (ki bundan ana ve babayı kastediyorum!) belirleniyoruz ya da kültürümüz ve geleneğimiz tarafından belirleniyoruz!
Yeri gelmişken burada tayakkuz (uyarma) hali olsun diye felsefede kullanılan “şüphe hermenötiği”nden de söz etmek istiyorum!
“Şüphe hermenötiği” denilen şey şudur: “Siz, hakikati size gösterilen alanda değil de başka yerde arama hususunda tayakkuz içinde olmalısınız!”
Örneğin “adalet nedir?” hakikatini elde etmek için onu şu şekilde elde etmeğe çalışıyoruz: “Onun, yürümekte olan bir sisteminin bulunduğunu göz önüne getiriyoruz, yani adaleti yürüten bir adalet bakanlığı diye bir sistemin var olduğunu biliyoruz. O bakanlığa bağlı adaleti dağıtan hakimlerin de var olduğunu biliyoruz! Adaleti; kurulu bulunan bu sistemin içerisindeki ya bir hâkimin yargılamasının neticesine göre ondan öğrenmiş oluyoruz ya da adaletin tanımını yapan bir akademisyenden öğreniyoruz!
Fakat “şüphe hermenötiği” diyor ki hayır! Adaleti, adil yargılanmadığı için haksızlığa uğrayan bir insandan, baskı altında kalan bir mağdurdan öğrenmelisin!
Dolayısıyla “şüphe hermenötiği” bize, doktrin olarak öğretilen ve dayatılan, yani bilgisi yapılmayan şeye şüpheyle yaklaşıp onu sorgulamayı söylüyor! Yani bir şeyin doktrini ile bilgisi farklı şeylerdir! Örneğin “İslam doktrini” dediğiniz zaman, tartışılmaz olarak kabul ettiğimiz doktrinel bir bütünüdür! Sonra biz bunun bilimini yapmaya başlıyoruz, tartışıyoruz! Böylece de o doktrin, artık argüman, delil ve kanıtlarıyla ortaya konulmaya çalışılan bir bütüne dönüşmeye başlıyor!
Bunun için şöyle bir soru da örnek verilebilir:
Örneğin bir Müslüman adama farz olan “ilk farz” nedir? Dediğinizde, her kes farklı cevap verir! Mütefekkirler “düşüncedir” derler. Dindarlar “namazdır” derler. Kelamcılar “Kelime-i Şehadettir” derler. Fakat büyük alimlerden biri olan Ebu Haşim Caferi “şüphedir!” demiştir.
Şüphe ettiğiniz bir konuda daha ciddi ve daha metanetli deliller üretirsiniz, böylece de o şüphenin yerini “kesin bilgi” almış olur. Dolayısıyla şüphe aynen bir virüs gibidir, insanın zihninde sürekli tutulacak bir şey değildir. Yani önce şüphe edersiniz, sonra o şüphenin yerine bir bilgi getirmek üzere gayret gösterirsiniz ve bu bilgi sizin zihninizde kesinlik, kalbinizde de tatmin yaratır!
Kısacası “şüphe”nin ikili bir yapısı vardır. Örneğin öldükten sonra hayat var mıdır yok mudur? diye şüphe ettiğinizi düşününüz!
Böyle bir şüphede bulunduktan sonra, üzerinde düşünmeye başlıyorsunuz! İyi bir sonuca varmak için de tefekkürde bulunuyorsunuz! Buna “esnetik tefekkür!” denir. Yani bu konuda, şüpheyle tefekkür etmenin farklı bir boyutuna geçiyorsunuz!
İyi, güzel ve faydalı olanı ortaya çıkarmak için yapılan tefekkürün adı, “esnetik tefekkür” dür. Dolayısıyla esnetik tefekkür aşamasına geçen bir insan hem zihnini doyurur hem de kalbini tatmin eder! Böylece de şüphe, yerini iki karakterli bir sonuca bırakır!
Buradan hareketle, diyebiliriz ki, bizim geleneğimizde “şüphe hermenötiği” nin ilk izleri, Ebu Haşim Caferi’nin (Cafer-i Tayyar’ın dördüncü soydan torunu) vermiş olduğu o cevaptır. (Yani Müslüman’a ilk farz olan şey, şüphe etmesidir!)
Şu gerçeği de göz ardı etmemek lazım ki, gelenekli bir toplumda bir ferdin, yani tekil bir kişinin var oluşu ve varlık göstermesi çok kolay bir şey değildir. Çünkü bizler, tüm cümlelerimize “biz” diye başlıyoruz! Örneğin Fatiha Suresinde: “Biz sana ibadet ederiz ve biz senden yardım dileriz!” deriz. “Biz” dediğimiz; aslında tek başına namaz kıldığımızdaki “ben” oluyoruz! Fakat “ben” burada, kendime “biz” diyorum!
Evet, biz bir bütünüz, bunu kabul ediyoruz! Fakat burada bir risk vardır ve o da şudur: “Şayet sizin o “bizliğiniz” ve kollektif bütünlük yapısını oluşturan “ben”iniz, kimliksiz, bastırılmış, kendine öz güveni olmayan, dinamik bir akışla varlığa katılmayan, amorf, kişiliksiz bir adamsa, bunlardan oluşan “biz”in güçsüzlüğünü varın bir düşünün!
Dolayısıyla, “biz” dediğimiz o yekûnun gerçekten bir anlam ifade edebilmesi ve tarihte bir yer tutabilmesi ve yine aktif ve etkin bir aktör olarak tarihin kayda alabileceği bir kişi olarak dikkate alınabilmesi için, önce “ben” diyen (yani tekil) insanlara varlık hakkı tanıması gerekir! Bundan ötürü burada “biz” liğiniz, sizin o ana kadar kurduğunuz geleneğe ters gelse dahi tekil bir insana söz söyleme hakkını vermeğe mecburdur! Ona bu hakkı veren de ne sizin herhangi bir aliminizdir ne de mezhep ve tarikatınızdır! Ona bu hakkı veren direkmen Allah’ın kendisidir. Ayet şöyle der: “Ve her bilenin üzerinde başka bir bilen vardır!” (Yusuf:76) Bu, sadece enformatif bir ifade değildir, aynı zamanda performatif’tir de ve ahlaki bir kodlama da içerir! Yani “her bilenin üzerinde başka bir bilen vardır” demek, “her bilenin üzerinde başka bir bilen olmalıdır!” demektir ve yapınızı buna göre kurunuz. Dolayısıyla burada bir ahlaki kodlama da söz konusudur!
Peki; neden Allah: “Her bilenin üzerinde bir bilen olmalıdır” diyor? diye sorulacak olursa, şu cevap verilir: “Çünkü Allah, gelenekli bil toplumda, geleneğin ve akmakta olan o birikimin aksine bir söz söyleyen bir adamın, ağırlıklı olarak o toplum tarafından boğulacağını biliyordur! Bundan olsa gerek, İslam kültürünün başına gelen en büyük felaketlerden birisi “bidat” olmuştur! Yani Müslümanlar sürekli yeniliklerin olduğunu gördükleri için, Allah da “Her an O, bir iş üzeredir” ( Rahman: 29) Yani “yenilikler üzeredir” dediğinden, fakat İslam ile yeniliğin bir araya gelmediğini de müşahede etmelerinden dolayı, önce bidatleri çıkarmışlar, sonra da bunu “güzel bidat-kötü bidat” diye ikiye bölmüşlerdir. Yani önce bir kuyu kazıyorlar ve o kuyuya düşüyorlar, sonra da oradan çıktıktan sonra işlerine devam ediyorlar. Oysaki buna hacet yoktu. Hayatın akışı içinde her şey yenileniyor zaten!
Bu dünyada onurlu bir insanın onurlu bir yere tutunabilmesi için, önce onun hesabının kendisi tarafından tutulması gerekir ve bunun gerçekleşmesi için de ona fırsat verilmelidir! Yani Allah insanlara diyor ki, “her birinizi tek tek hesaba çekeceğiz.” (Enam: 94) Kimse kimseden sorumlu değildir, kimse kimsenin hesabını vermeyecektir. Bu benim akrabamdır, dostumdur vs. gibi şeyler yoktur.
Madem ki fert fert hesap vereceksek ve bu dünyada teker teker siz ne yaptınız diye sorguya çekileceksek, demezler mi ki o zaman müsaade edin de bana sorulacak hesabın tarihini, hikayesini benim kendim burada yazayım! Çünkü kendimin buna karşı potansiyel ve tecrübem vardır. Ayrıca bütün bu akıl ve tecrübemi destekleyecek bir “ilahi vahiy” ve bir Kitab-ı Kerim de mevcuttur. Bu üçünü (aklımı-tecrübemi ve kitabı) birbiriyle çatışan değil, destekleyen bir entegre yapı içerisinde götürdüğümde, zihinsel olarak kesinlik, kalbi olarak da beni tatmin eden bir yaşam felsefesi ve bir dünya görüşüne ulaşmış olurum!
Özetlersek, hepimiz bir dünya görüşüne sahip olmalıyız. Bu dünya görüşüne kelam, hadis, felsefe, tefsir vs. üzerinden bir doktrin ya da bir bilim şeklinde de sahip olabiliriz. Yani Kuran ve Sünnetin çizdiği bir ufuk ve onların bir bilimsel tarafı, kendilerini argümanlarıyla, kanıtlarıyla, hüccetleriyle destekledikleri yapıları, bütün bunların ötesinde (bütün bu disiplinlerin dışında) yer alan bir dünya görüşüne de sahip olmalıyız. Nihayetinde dünya görüşü dediğimiz şey, her bir Müslüman, gayri Müslim ve bir insan için olmalıdır. Siz bu dünyada nasıl bir yaşam amaçlıyorsunuz? Bütün hakkı korunmuş, ödevleri kendisine belirtilmiş, bildirilmiş, hukuk önünde eşit, özgür bir şekilde yaşam sürdürecek, kendisine tahakküm edecek kurulu sistem ve yapıların olmadığı, kendisini bastırmadığı, ezdirmediği özgür bir ortamı ben bu insanlara sağlayacağım diyen bir dünya görüşü ve bir mimarlığı eğer insanlara pazarlayabiliyorsanız, var oluşu gerçekleştirebilirsiniz!
Pazarlamadaki amacım şudur; yani artık dünyada saf ve salt kültürler insanlara sunulmuyor! Her kültür bir meta şeklinde ve elbiseye büründürülerek insanlara sunuluyor. Örneğin batı kültürü bizlere bir telefon, uydu, uçak vs. ile geliyor. Artık sözlü kültürün hiçbir değeri olmuyor. Bunu demek istedim.
-
MEAD (ÖLÜMDEN SONRAKİ HAYAT) GERÇEĞİ (II)
-
İmamoğlu protestoları: Hangi illerde gösteri yapıldı, neler yaşandı?
-
Düşündüm, taşındım içinden çıkamadım…
-
İmamoğlu’ndan yeni mesaj: ‘Milletin iradesi bir kişiden büyüktür’
-
Morgan Stanley, Borsa İstanbul üyeliğini iptal etti
-
Trump, Zelenskiy ile yaptığı son görüşmeden övgüyle bahsetti: ‘Doğru yoldayız’
HABER LİSTESİ
-
01
MEAD (ÖLÜMDEN SONRAKİ HAYAT) GERÇEĞİ (II)Hasan Kanaatlı h.kanaatli@hotmail.com Mead’ın varlığıyla ilgili Kuran’ın delil olarak sunduğu üçüncü ayet, “Ashab-ı Kehf” ile ilgili ayettir! Ashab-ı Kehf, mağarada 309 yıl uyumuştur! Kuran, onların uyuduklarını çok bariz bir şekilde anlatır: -“Onları sağa ve sola çeviririz! Köpekleri de ön ayaklarını mağaranın girişinde yere uzatmıştır!” (Kehf: 18) Dolayısıyla onlar uyku halindelerdi! Kehf hikayesini tamamladıktan sonra da […] -
02
İmamoğlu protestoları: Hangi illerde gösteri yapıldı, neler yaşandı?İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB)) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının ardından farklı illerde eylemler yapılıyor. Gün boyunca İstanbul‘un farklı üniversitelerinde eylem yapan öğrenciler, akşam saatlerinde de büyük bir kalabalığın toplandığı Saraçhane’ye gittiler. CHP Genel Başkanı Özgür Özel ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş burada toplanan kalabalığa hitap etti. Özel, “Bundan sonra sokaklardayız, meydanlardayız” diye konuştu ve […] -
03
Düşündüm, taşındım içinden çıkamadım…Neşe Doster nesedoster@yahoo.com Aslında oranlara, istatistiklere, resmi olmayan açıklamalara, hele de TÜİK’in açıklamalarına hiç ihtiyacımız yok, çarşı pazardaki eli boş kalabalıklara, sabahın köründe ucuz ürün almak için sıraya girenlerin yüz ifadesine bakmak ve onları izlemek, derin yoksulluğu anlamak için yeterli. Yine toplu taşıma araçlarında insanların bakışlarına sinen duygusal, ekonomik, fiziksel şiddetin izlerini görmek, duygularla ihtiyaçlar […] -
04
İmamoğlu’ndan yeni mesaj: ‘Milletin iradesi bir kişiden büyüktür’İmamoğlu’nun avukatı Mehmet Pehlivan, müvekkilini saat 11:00’da ziyaret ettiğini açıkladı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturma kapsamında Çarşamba günü bir dizi belediye yetkilisi ile birlikte gözaltına alınan Cumhuriyet Halk Partili (CHP) İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, avukatı Mehmet Pehlivan aracılığıyla ‘yeni mesajını’ iletti. Pehlivan, sosyal medya platformu X’te yayınladığı gönderide müvekkilini saat 11:00’da ziyaret ettiğini açıkladı. İmamoğlu, […] -
05
Morgan Stanley, Borsa İstanbul üyeliğini iptal ettiBankanın kararı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) yönelik operasyonu takiben Borsa İstanbul’da görülen sert düşüş sonrasında geldi. ABD menşeli yatırım bankası Morgan Stanley, Çarşamba günü Borsa İstanbul üyeliğini iptal etme kararı aldı. Kurumun Borsa İstanbul’dan çıkışı, Kamuoyu Aydınlatma Platformu (KAP) üzerinden duyuruldu. “Faaliyet izinlerinden tamamen feragat etme başvurusu Sermaye Piyasası Kurulunca olumlu karşılanarak sahip olduğu Dar […]