Hak Din Nasıl Tanınır?

Hasan Kanaatlı
h.kanaatli@hotmail.com
Aslında daha önceleri böyle bir soru yoktu. Bu soru, içerisinde bulunduğumuz çağın sorularından biridir. Peki bu soru niçin gündeme geldi derseniz şayet, şunu söylerim!
-“Son dönemlerde, keşiflerin çoğaldığı ve insan topluluklarının birbirleriyle iletişim kurdukları böyle bir dönemde insanlar, üzerinde yaşadığı bu arz küresinde başka inanış, ekol ve düşüncelerin de var olduğunu keşfetti. Kendine ait olan din ve mezhebe ilaveten, başka inanışların da bulunduğunu anladı. Daha doğrusu insanlar, önceleri küçük bir köy veya kasabada yaşıyorlardı, oralardaki insanlar da genelde aynı din ve mezhepten oluyor ve haliyle de kimse kendi din ve mezhebinden bir kuşku duymuyordu. Belli ki böyle bir ortamda yaşayan birisi, kendi din ve mezhebinin kesin hak olduğuna yakin edecektir. Çünkü o gibi insan, doğduğu günden itibaren böyle bir inancın içinde yer almıştır!
Böyle bir insan, her çeşit din ve mezhebin bulunduğu büyük bir metropol şehre yerleşince ve böylesine bir açılım ile karşılaşınca, ister istemez onda bir takım yeni düşünceler oluşacak ve sahip olduğu din ve mezhebinde, birtakım eksikliklerin bulunduğunu hissetmeye başlayacaktır!
Örneğin ilmi keşifler, insan oğlunun sahip olduğu dininde birtakım hataların görülmesine sebep olmuştur. Yine dini kaynaklardaki nasların hatalarını ortaya koymuştur. Gelenek kurallarına sıkı sıkıya bağlı o insan, bulunduğu yerdeki öteki din ve mezheplerin de kendisinin sahip olduğu din ve mezheplerin davet ettiği şeylerin aynısına insanları davet ettiğini görmektedir! Yani onlar da insanları Allah’a, ahlaka, insan haklarına, cennet ve hukukun üstünlüğü gibi şeylere davet etmektedir! Buradan, şu yeni asırda kurtuluş ve necat yollarının fazlalaştığını anlamaktadır!
Eski dönemlerde yol tekti! Şayet Şii bir insan öyle bir evde dünyaya gelseydi, o mezhep o evdeki doğan insanı cennete götürecek tek yol oluyordu! Şayet Sünni bir evde ya da Sünni bir şehirde dünyaya gelmiş olsaydı, onun için de tek hak yol Sünnilik oluyordu ve onun dışındakiler batıl görünürdü! Dolayısıyla da o batıl yollar mensuplarını cehenneme götürüyordu!
Diğer din ve mezhepler de böyleydi. Fakat şu yeni dönemdeki kültürlü halk, gerçekten bu sorular ile karşılaşmaktalar. Bu kadar dönemleri geçirdikten sonra şimdilerde; “hak din nedir ve onu nasıl tanıyabiliriz?” sorusunu sormaya başlayabildiler! Çünkü o durumdan sonra kendi din ve inancında birtakım boşluk ve eksiklikleri görmeye başladı! O gördüğü şeylerden biri de dindeki “terörizm” dir!
Gerçekte “terörizm” dindarlığın çocuğudur! İbn Ladin dindar bir insandı. Taliban da dindar kimselerin oluşturduğu bir kesimdi. Diğer bir ifadeyle sözü geçen o mücahitler, benden ve sizden daha dindarlardı. Kuran hafızlığında ve namaz kılıp oruç tutmada bizlerden çok öndelerdi. Peki sonuç ne oldu? Acaba İmam Ali (as) da dindar birinin eliyle ve onun kılıcıyla öldürülmedi mi?
İçerisinde bulunduğumuz şu çağda ve bu özgürlükler asrında, hak dini bulmaları için tüm insanlara şu soruyu sorma hakkı verilir: “Hak din nedir ve nasıl tanınabilir?”
İnsanların hak dini nasıl tanıyabilecekleri hususu, çok büyük bir meseledir! İşte şimdi burada söz konusu edeceğimiz şu meseleyi insanlarımız araştırmalıdırlar! Yani yaşlılarımız ve genel halkımız, hak din ve mezhebin, kendi din ve mezhepleri olduğunu söylüyorlar. Şayet Sünni iseler, hakkın yalnızca Sünnilik olduğunu, şayet Vahhabi iseler, Vahhabiliğin hak olduğunu, Şayet Şii iseler, Şiiliğin, Ehl-i Beyt’in ve Sahip Zaman’ın hak, diğerlerinin ise batıl olduğunu söylüyorlar! Kısacası geçmişten bize miras olarak kalan taklidi düşünce ve itikatlar bunlardır ve bunları hepimiz de biliyor ve öyle inanıyoruz! Çünkü asırlardır ki bu böyledir ve hala dahi birçokları için böyle devam etmektedir!
İşte bu dönemdeki insanların yolunu seçme imkanları vardır ve gerçek şekliyle bunun anlamı “özgürlük” tür!
Burada “özgürlük” ten kastım, Batılıların sözünü ettikleri “cinsel özgürlük” değildir, “inanç özgürlüğü” dür! Yani “inancımızı seçebilme” de bizim önümüze açılan bir “inanç seçme” özgürlüğüdür!
Oysaki, kadim insanların önünde inanç seçme özgürlüğü diye bir özgürlük yoktu. Örneğin Şiiliği ya da Sünniliği seçme diye bir özgürlükleri mevcut değildi! Bu mezhepler bizlere icbar edilmişti! Şayet bir din veya mezhep ya da ideoloji insana icbar edilir ise, onun hiçbir değeri olmaz!
Daha doğrusu özgürlüğün bu asırdaki kazanımlarından biri de “inanç özgürlüğü” dür, yani din, mezhep ve ideolojiyi seçme özgürlüğüdür!
Şimdi bu soruyu yeniden soruyoruz: “Acaba hak dini tanıma imkanına nasıl sahip oluruz?”
Bir giriş mahiyetinde ilk önce şunun izahını yapmamız gerekir:
“Hak nedir ve bundan neyi kastediyoruz?”
Bilindiği üzere “hak” iki kısımdır!
Onlardan biri; ilim, felsefe ve mantığın kabul ettiği “hak” tır. Bu ekoldeki hak, “vücud-u haricisi” (dışarıda karşılığı) bulunan ve onunla mutabık olan haktır! Mesela fizik, kimya, tıp, astronomi vs. gibi ilim dallarının “hak” dediği şeyler budur. Yani onlara göre hak; “ma tabeke’l vaki’/gerçekle özdeş olan” dır! Örneğin “ay” bir hakikattir ve dünyanın etrafında dönüp duruyordur! Şayet insanoğlu bunu keşfettiyse ve onun böyle bir görevinin bulunduğunu bildiyse bu, onun ay ile ilgili inancının hak/doğru olduğunu gösterir! Çünkü insanın ay ile ilgili bu bilgisi, gerçekle özdeştir!
Diğeri ise; dinin kabul ettiği “hak” tır! Fakat bu ekoldeki “hak”, bilimin kabul ettiği “hak” gibi değildir! Çünkü bilimin, örneğin “ay” gibi hariçte bir gerçeği varken, dini hakikatlerin bilimin hakikatleri gibi dışarıda bir gerçeği yoktur! Çünkü dinin kendisi subjektiftir ve objektif varlıklar gibi dışarıda bir gerçeği yoktur! Fakat onun hakikati gerçek ile özdeştir, insanın haricindeki ay gibi dışarıda vücudu söz konusu değildir! İşte tüm din adamlarının içine düştükleri büyük hata da tam burasıdır!
2000 yıl ve daha fazla zamandan bu yana Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam alimlerinin görüşleri, Aristo’nun görüşlerine dayalıdır. Aristo: “Hak; gerçek ile özdeş olan şeydir!” demiştir. Böylece buradan yola çıkarak bütün din adamları, dinin de fizik ve kimya gibi olduğunu ve hariçte varlığının bulunduğunu tasavvurda bulunma gibi yanlışlığın içine düştüler! Yani dinin de dışarıda bir varlığının bulunduğunu zannettiler. Onlara göre, şayet birinin inançları o dışarıdakiyle uyum sağlıyorsa ona: “Sen hak üzeresin, çünkü hariçte hak/gerçek tektir ve sen de o hak/gerçek olana uymuşsun” dediler!
Örneğin bir mikrofonu nazara alalım! Hiçbir zaman bir elma ya da bir defter mikrofon olamaz! Mikrofon ’un dışarıda bir vücudu vardır. Şayet bir şeye “mikrofon” denilirse ve o şey de mikrofon ile uyum içerisinde ise, o doğrudur ve haktır (gerçektir!) Diğerleri ise batıldır!
Şii alimleri “imamet”in bir varlığının bulunduğunu ve onunla mutabık olduğunu tasavvur ettiler! Dolayısıyla dediler ki şayet bir insan “imamet” e itikat ederse o doğrudur ve diğerleri batıldır! Sünniler ve tüm Müslümanlar da öyle, Allah’ın, nübüvvetin ya da meadın da dışarıdaki bir vakiiyata mutabık bulunduğuna inandılar! Oysaki din ya da mezhep hakikatleri, aynen dil gibi nefsani ve “itibari” bir hakikattir. Yani her nefis sahibinde var olan bir şeydir ve tek değildir! Bu durum, örneğin dünyada 1000 tane dil varsa, birinin kalkıp da bu dillerden yalnızca 1 tanesi hak diğerleri ise batıldır demesine benzer! Şayet birisi zihnindeki o tek hak dediği dilin bir vakiiyatı olduğunu ve onun da bu vakiiyata mutabık bulunduğunu iddia ederse, o doğru olmaz, çünkü dil nefsanidir ve her nefis sahibinde bu vakiiyat vardır! Şu andaki ilmi konular, örneğin psikoloji, biyoloji, felsefe vs., dinin objektif ve bilimsel olmadığını ispat etmiştir! Yani din, objektif olmayan ve hariçte varlığı bulunmayan subjektif bir şeydir! Diğer bir ifadeyle din; eğitim, çevre, kültür, sözlük, huy ve hasletin etkisiyle oluşan bir vakadır. Şayet insanın huy ve hasleti, merhum Humeyni gibi inkılapçı bir karakter arz ediyorsa, o insan devrim yapar, yok şayet yapısı yumuşak ya da soğuk ise, o şahıs devrim yapmaz! Öyle bir karakterdeki biri; dinin sulhçu, mülayim, yapıcı ve barışçıl olduğunu söyler ve din üzerinden devrim gerçekleştirmez!
Bakınız Sünni alimlerin büyük çoğunluğu devletten destek alır ve devlet tarafından teyit edilir! Bu da bize “dindar” kesimin büyük bir kısmının “kararlılığını” ispat etmiştir! Yani bu kesim demiştir ki, “hak benim gittiğim yoldur, diğerleri batıldır!” Çünkü böyle bir durumda bulunanlar, “dinî hakikatlerin de ilmî hakikatler gibi olduğunu, yani hariçte varlıklarının bulunduğunu zannetmişlerdir ve subjektif şeylerin hariçteki varlığı ile objektif şeylerin hariçteki varlığını Aristo’nun sözünü çözemedikleri için karıştırmışlardır. Oysaki, evet subjektif şeylerin de hak ve batıl olanları vardır, ama o hak olanları, zati değil, enfüsidir! Bunlar onların da hariçte var olduğunu ve dolayısıyla da hakkın tek olduğunu ve diğerlerinin batıl olduğunu tasavvur etmişlerdir! Oysaki modern bilim bizlere “dini hakikatlerin çoğulculukta (plüralizm) olduğunu ispat etmiştir! Buna Arapçada “taaddüdiyye/çoğulculuk/plüralizm” denir! Bu çoğulculuk, aynen siyasetteki çoğulculuk gibidir! Hasılı çağın bilimi (sosyoloji vs.), dinin de çoğulculuğunu ispat etmiştir. Çünkü bu bilim, yeryüzünde yüzlerce din ve binlerce mezhebin bulunduğunu görüyor. Bunların tümü de “hak benim” diyor. Oysaki alemdeki 8 milyar insanın tümüne de mikrofonu gösterip, “bu nedir?” diye sorulduğunda, hepsi de “bu mikrofondur” diyeceklerdir! Demek ki, hariçteki gerçek tektir ve yeryüzündeki 8 milyar insanın tümü, hariçteki bu gerçeğin üzerinde ittifak ederler. Bu durum bilimsel konu için geçerlidir, yani tüm insanlar bilimsel konularda ittifak içerisindeler, fakat dini konularda böyle değiller. Daha açıkçası subjektif hiçbir konuda insanlar ittifak içerisinde değillerdir! Bu da son dönem alimlerini dinde çoğulculuğu kabule zorlamıştır!
“Taaddudiyye” ile “taaddud” (çoğulculuk-plüralizm ile çokluk) farklı şeylerdir! İslam’da “taaddüt-çokluk” vardır “taaddudiyye-plüralizm” yoktur! Yani İslam ötekini (Ehl-i Kitabı) da kabul ediyor ve cennete girebileceklerini söylüyor. Buna “taaddüt” derler!
“Taaddüdiyye” görüşüne sahip olanlar şöyle derler: “Dinlerin ve mezheplerin tümü de haktır!” Fakat İslam öyle demez! Şöyle der: “Ben hakkım! Yahudilik ve Hıristiyanlık batıldır! Fakat onlarla da müsamaha yapılabilir! Onlardan da cizye/vergi alınabilir! Fakat onların, yani diğer dinlerin tümü cehennemliktir. İşte fark buradadır!
Tekrar baştaki “hak dini nasıl tanırız” sorusuna döner isek, şunu söyleyebiliriz!
-“Buradaki “hak” tan maksat, Aristo’nun kastettiği hak değildir! Yani hakkın, bir şeyin dışarıda bulunan gerçeği ile uyum sağlaması değildir! Biz, yalnızca önce “hak” kın ne olduğunu bilmemiz gerekir!
Elbette ki “hak” Allah’tır! Biz ise, Allah’ı değil, “hak dinin” ne olduğunu anlamak istiyoruz! Yani din, Allah tarafından teyit edilir mi edilmez mi onu öğrenmek istiyoruz! Diğer bir ifadeyle; acaba falan din ya da mezhep, Allah’ın onayını almış mıdır almamış mıdır? “hak” tan kastımız bunu öğrenmektir!
Yine bu soru içerisinde başka bir soru daha soruyoruz ve o da şudur:
-“Hangi dini Allah onaylayıp beşere göndermiştir?”
Din adamları bu soruya birbirinden farklı 5 türlü cevap vermişlerdir!
Birinci cevap şudur: Bir dinin Allah tarafından onaylanıp beşere gönderildiğinin en önemli delil ve ölçüsü, o dini getiren peygamberin elinde, Allah tarafından verilen bir “mucize” nin bulunmasıdır! Yani bir dinin “hak” olduğunun ölçüsü “mucize” dir!
Tüm İslam alimleri bu görüşü onayladıkları gibi, İslam peygamberine verilen mucizenin de “Kuran” olduğunu söyleyip şöyle derler:” Musa ve İsa peygamberin de kendilerine has mucizeleri vardı. Fakat Hz. Muhammed (sav)’in mucizesi Kuran’dır. Bu da bize ispat ediyor ki bu şahıs (Hz. Muhammed) nebidir ve Allah tarafından insanlara bir din getirmiştir.” İslam alimleri açısından buna; “mucize delili” ya da “mucize ölçüsü” denir!
Peki “mucize nedir? “
“Mucize” konusunun birtakım sorunları olduğunu kabullenmek gerek ve yapılan itirazların bir türlü önünü alamayan da bu sorunlardır!
Konuya girmeden önce, “avam halkın din ve kültür anlayışı ile arif insanların din ve kültür anlayışının farklı olup olmadığı konusunu incelememiz gerekir, şöyle ki:
Biz Müslümanlarda 3 türlü dindarlık vardır.
- Avam insanların dindarlığı.
- Kültürlü insanların dindarlığı.
- Ariflerin/Mutasavvıfların dindarlığı.
Avam insanların dindarlığı mucize ile uyum içerisindedir ve onunla birebir pekişiyor! Örneğin denilse ki bu adam bu ağacı koyuna dönüştürebiliyor ve görünürde de o adam o ağacı koyuna dönüştürdüğünde, avam halk hemen ona inanacak ve onun Allah tarafından bir güç sahibi olduğunu kabul edip, Allah tarafından teyit edildiğine iman edecektir! Fakat “yeni akılcılık” ekolünde, bir ağaç koyuna dönüştürülse bile, akil bir insan, “akılcılık” prensiplerine göre, o adamın Allah tarafından gönderilmiş biri olduğuna iman etmez, ama adamın kendinden bir güç sahibi olduğunu kabul eder! Yani onun ilginç bir gücü bulunduğuna inanır! Gazteciler, Tv.ciler, çeşitli medya organları, psikologlar vs. gelip o adamı incelemeye tabi tutar ve ondaki o ilginç gücü anlamaya çalışır! Fakat onun nebi olduğunu kabul etmezler!
Şayet biri gelip de “ben Allah tarafından gönderilmiş bir elçiyim” derse, derhal onu istihbarat birimlerine bildirirler. O birim de onu gözetim altına alır, beyninin emarını çektirir, beyninde hasarın olup olmadığına bakar ve gücünü ölçer!
Dolayısıyla; “mucize” nin bir olayın doğrulayıcısı ve doğruluğunun ölçüsü olduğu düşüncesi, avam tabaka için geçerlidir, kültürlü, tahsilli, akademisyen ve aklını çalıştıranlar için geçerli değildir!
Maalesef şayet akıl çalışır ve harekete geçer ise, kimi insanlar için büyük bir sorun yaratır! Bundan olsa gerek önceki büyükler ve din adamları genellikle akıldan korkar ve şöyle derlerdi: “Akla önem vermeyin, şayet akıl uyanırsa her şey harap oluverir!”
Bu sözü İbn Teymiye gibi kimi mezhep ve ekol sahipleri de söylerler. Elimizde naklin akıldan üstün olduğuna dair rivayet ve eserler de mevcuttur. Hatta Şiilerde İmam Cafer Sadık (as)’dan şöyle bir rivayet nakledilir: “Allah’a akıllarla ulaşılamaz/İnnellahe la Yusabbu bil Ukul!”
Evet, elimizde aklı onaylayan birtakım rivayetler de vardır, fakat sınırlı ve şartlıdırlar! Genelde şöyle denilir:
-“Akıl seni Nebi’ye ve imamlara kadar ulaştırır! Onlara ulaştırdıktan sonra artık akıl yerinde duraklıyor! O durakladıktan sonra, artık nass hâkim olur! Üstünlük nassın eline geçer!”
Bundan olsa gerek Şiilerin elinde bolca Ehl-i Beyt’in keramet, fazilet ve mucizelerine dair eserler bulunmaktadır! Çünkü ilk dönemlerde insanların tümü avam idi! Kültürlü sınıf yok denecek kadar azdı. Olanlara da “zındık”, “mülhit/dinden çıkmış” vs. diyorlardı. Örneğin İbn Mükaffa kültürlü bir insandı ve yine Ebu Carud da kültürlü biriydi. Razi ise bir felezof’tu! Bundan dolayı da avamın dinine iman etmiyordu! Yani insanların aklı yükselişe geçti mi, hatta mucize vs.ye de inanmıyor! Ve yine mucize’nin Allah’tan olduğuna da iman etmiyor!
Şu dönemde dahi içimizde hiç mektep, medrese görmeyen, ama gaipten haber veren insanlar mevcuttur! Örneğin hipnotize ve telepati ile insan beyninin içini okuyanlar vardır. Telepati; parapsikoloji ’de incelenen paranormal bir yetenektir. Bireyler arasında duyular dışı algılama yoluyla düşünce, fikir, duyu veya imajların aktarılmasını sağladığı ileri sürülen tesir irtibatıdır! Örneğin beyinlerin karşılıklı olarak sohbet etmesi gibidir!
Mucize de bu sınıftandır! Yani mucize, günümüzde bir şeyin Allah’tan olduğuna delil sayılmaz. İnsanın da kendinde bir gücü vardır. Bu gücüyle “faraza” ağacı koyuna ya da koyunu ağaca dönüştürebilir! Dolayısıyla onun böyle yapması, Allah tarafından bir elçi olarak gönderildiğini kanıtlamaz!
“Akılcılık” tan; “davanın delil ile uyum içerisinde olmasını kastediyoruz!” Bir delil şayet dava ile uyum içerisinde ise, buna “akılcılık” denir! Yani akla uygunluk denir! Dolayısıyla bizler mucizenin, iddia edilen konu ile uyum içerisinde olup olmadığına bakacağız.
İddia “Kuran’ın Allah’tan olduğu” üzeredir! Oysaki Kuran, olağan üstü başka bir güç tarafından da olabilir! Örneğin Nebi’nin Cin (görünmez birileri) ile de irtibatı olabilir! Yani Cinlerde de olağan üstü güç vardır! Ya da Cinlerin yerine başka bir gaybî güçler ile de olabilir!
İkincisi; farz edelim ki bu mucize, Kuran’ın Allah’tan olduğuna işaret ediyor! Fakat felezofların da dedikleri gibi “bir şeyin varlığı, ona uymayı gerekli kılmaz/el- Vücud, la yested-i el vücub” Yani o şahıs (nebi) Allah tarafından gönderilmiş olsa dahi bu, ona itaati gerekli kılmaz!
Farz ediniz ki Kuran Allah’tandır. Peki ona benim itaat etmemin gerekli olduğunu kim söylemiştir? Çünkü itaat “ameli akılda” gereklidir. Ona uymanın münasip olup olmadığına bakılıp öyle karar verilir. Kuran Allah’tandır sözü ise “nazari akıldır!” Bu ikisi (nazari akıl ile ameli akıl) arasında bir ilişki yoktur!
Üçüncüsü: Şu dönemde mucizeler hususunda kuşku duymamız doğru bir iştir! Kim demiştir ki “ölüyü diriltme vardır!” veya kim “asanın yılana dönüştüğünü iddia etmiştir?” Nasıl oluyor da bundan 2000 yıl öncesinde Allah’ın elinde mucizeler vardı da şimdi yoktur? Kuran da bizim nebimizin elinde mucize bulunmadığına dair vurguda bulunuyor! Buna rağmen bizler bu kitabın (Kuran’ın) mucize olduğunu söylüyoruz! Ve yine Kuran’ın gökten geldiğini ve bir melek tarafından getirildiğini iddia ediyoruz! Oysaki müşrikler peygamberden “mucize” istediklerinde peygamber onlara; “Ben sadece beşer bir elçiyim” (İsra:93) ayeti ile onların “mucize” taleplerini reddediyor!
Bizler şimdi, bu çağda “hak din” in ne olduğunu öğrenmek istiyoruz!
“Kuran mucizedir” denilse, burada Kuran’ın “belağî mucize” veya “ilmî mucize” vs. olduğu hususunda birçok itirazlar vardır! Bunların tümü de alimler arasında tartışılmıştır! Burada bu konulara girmeye gerek yoktur. Ayrıca “Kuran’ın mucizeliği” sözünün de zayıf olduğu ispat edilmiştir!
Demek ki, “hak din” in birinci ölçüsü olan “mucize” konusuna yalnızca “avam halk” iman eder, kültürlü insanlar mucizeyi kabul etmezler.
İkinci Cevap Şudur: Bir dinin Allah tarafından onaylanıp beşere gönderilmesinin önemli delil ve ölçülerinden biri de o dini getiren Nebinin “ahlakı” dır!
Yani şayet Nebinin ahlakı yüce bir derecede olur ise ve yine eli açık, soylu, cömert, sevecen, yüce insani değerlere sahip birisi ise, o taktirde onun Allah tarafından gönderilen bir elçi olduğu kabul edilir ve getirdiği dinin de hak din olduğu bu ölçülerle kabul görür! Yani Nebide bulunan güzel ve üstün ahlak, onun getirdiği dinin Allah’tan gönderildiğini teyit eder!
Bu görüşe dair de birtakım itirazlar yapılmıştır! Çünkü dünyada hayli salih ve ahlaklı insanlar vardır! Şayet bunlardan birisi “ben Allah tarafından gönderilmiş bir elçiyim” derse, bizler onu direkt olarak tastık etmeyiz!
Evet, doğrudur nebi yalan konuşmuyor, yani kesinlikle nebi yalan söylemiyor! Fakat Nebi “Cebrail bana nazil oldu ve bu mesajı bana getirdi” dediğinde, biz ve bütün akil insanlar ona diyoruz ki, “evet, kesinlikle sen doğru söylüyorsun, sen kesinlikle yalan söylemezsin! Fakat senin o Cebrail diye gördüğün şeyin vehim/hayal olmadığı ne malum?
Ayrıca senin yanılman da söz konusudur! Yani doğruluk; onun gerçekle uyum içerisinde olmasını gerektirmez! Şayet biz tüm insanlardan “Nebinin nasıl bir insan olduğunu” sorsak, her kes onun doğru biri olduğunu söyler! Getirdiği Risâlet de doğrudur! Fakat şöyle bir fark vardır: “Bizler Nebinin doğru olduğuna iman ediyoruz ama, onun gördüğü şeyin Cebrail olduğuna dair elimizde kesin bir delil yoktur! O gördüğü şey, belki de bir rüyadır! Belki de yanılıyordur!”
Bu konu, derin bir konudur ve buna İslam alimleri içerisinde “Vahyin bilinmesinin delilliği/ Hücciyetü’l-Marifiyye lil Vahiy” derler!
Acaba bu rüya gerçekle mutabık mıdır? Yani Nebiye diyoruz ki, “senin elindeki bu delil, gerçek ile uyum içerisinde midir?”
Örneğin ben etrafımda bulunan insanlara diyorum ki, elimdeki A4 kâğıdı beyazdır! Etrafımdaki insanlar bana “delilin nedir?” diye sorarlar. Ben de o insanlara şunu sorarım:” Sizin hepiniz elimdeki bu sayfayı beyaz olarak görüyorsunuz değil mi?” Onlar da hep beraber “evet öyle görüyoruz” derler! Yani buradaki sorumla demek istiyorum ki, burada bulunan akıllar, “gerçeğin keşfinde iştirak etmişlerdir!” İşte bu, benim delilimdir! Yani buradaki akılların bu sayfayı beyaz görmedeki ortak görüşleri benim delilimi oluşturmaktadır!
Fakat bazı konular vardır ki, başkalarının görüşlerine ihtiyaç duymazlar. Örneğin matematikte 2×2=4 eder. Tüm dünya insanları birleşse ve bu doğru değildir dese, yine de ben derim ki hayır! 2×2=4 eder! Fakat Cebrail’in görülmesi, aynen bu A4 sayfasının görülmesi gibi değildir! Dolayısıyla, akil insanlar Nebi’ye diyorlar ki, ey Nebi! Bizde de 2 göz vardır sende de! Bizde de 2 kulak vardır sende de. Seninle bizim aramızdaki 5 duyu organları müşterektir! Ey Resul! Sen diyorsun ki bende altıncı bir duyu daha vardır ve Cebrail’i bu duyu ile gördüm!
Nebi böyle deyince akil insanlar da diyorlar ki, “Ey elçi! Böyle bir durumda bizim senin gördüğün şeyi inkâr hakkımız oluyor! Çünkü sen, sana has olan bir duyu ile Cebrail’i görmüşsün! Fakat o duyu bizde yoktur! Bizde yalnızca 5 duyu vardır. Peki sen bize Cebrail’i bu 5 duyudan biriyle gördüğünü ispat edebilir misin? Nebi de “hayır edemem!” diyor. Akil insanlar da ona: “Bu taktirde senin Cebrail dediğin şeyi kabul etmeme hakkımız vardır, çünkü sende olan o 6’ncı duyu bizde yoktur” derler!
Şunu da izah edeyim ki, “kizib/yalan” ile “İnkâr/reddetme” birbirinden farklı şeylerdir! “Kizb”in karşıtı “sıdk” dır! “Tekzip” in karşıtı “tastik” tir! Yani ey Nebi! Sen sadık bir insansın, sende “kizib” yoktur! Fakat bizler, senin o Cebrail dediğin şeyi görmedik. Bu taktirde bize onu inkâr etme hakkı ver! Biz seni “tekzip” etmiyoruz, yalnızca Cebrail’i inkâr ediyoruz! Bunun yerine bize başka bir ölçü vermelisin!
Üçüncü Cevap Şudur: Bir dinin Allah tarafından onaylanıp beşere gönderilmesinin önemli delil ve ölçülerinden birisi de “galebe/güç” ölçüsüdür! Bu ölçü, şimdi olduğu gibi eskiden beri meşhurdur! Hatta Kuran’da da geçmiştir! Yani “galebe/güç” bir ölçüdür, Nebi düşmanlarını alt ettikten sonra insanların çoğu (müşrikler) onun getirdiği dine giriş yapmışlar ve yardım görmüş İslam’a ve destek bulmuş Nebi’ye iman etmişlerdir! Daha doğrusu geçmiş zamanda da şimdiki çağda da biz insanların kültürüne,” tabii kanunlara uyma” gibi bir düşünce yerleşmiştir! Yani tabiat yasalarına göre “güçlü her zaman zayıfı yok eder!” Avcı hayvanlarda da aslanın Ceylan’ı yediğine hiç kimse itiraz etmez ve bunun, aslanın hakkı olduğunu kabul ederiz! Çünkü aslan daha güçlüdür deriz!
Hatta Farabi, İbn Sina ve diğer Feylesoflar da bu yasayı teyit etmişlerdir! Yani Melik/Kral en güçlü insandır, dolayısıyla da bunun insanlara hâkim olma hakkı vardır! Çünkü bunun (Kralın) gücünün Allah’tan olduğunu kabul ederler ve o Kral’a “Zillullah/Allah’ın gölgesi” derler! Zira o en güçlüdür ve Kuran’da da buna dair şöyle bir işaret vardır:
-“Kuşkusuz, biz elçilerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahitlik edecekleri günde (ahirette) yardım ederiz!” (Mümin:51)
Yani Enbiya’nın Allah tarafından dünyada desteklenmesi ve arkasında durulması, onun hak oluşunun işareti olarak görülür!
Kuran Araplara diyor ki, “bu Nebi güçlüdür! Çünkü kendisini Allah’a nispet veriyordur! Şayet Allah ile beraberse, sonrası galibiyettir!
-“Yakında topluluklar bozguna uğrayacak, arkalarına dönüp kaçacaklardır!” (Kamer: 45) Yani bu delilin (gücün) ölçüsü, Allah’tır!
Zannetmeyelim ki “güç” eski bir ölçüdür! Şu an dahi “güç” bir ölçüdür! Örneğin Türkiye’nin günümüzdeki sınırlarını çizen ne Allah’tır ne de kendi halkıdır, dünyanın güçlü devletleridir. Bunlar, 1’inci dünya savaşından galip çıkan İngiliz, Fransız, İtalyan vs. gibi devletlerdir! Bu galip devletler, Osmanlı İmparatorluğunu yıktıktan sonra o İmparatorluk topraklarından Mısır, Suudi Arabistan, Suriye, Ürdün, Libya, Cezayir, Fas, Lübnan vs. gibi 20 ülke çıkardılar! Dolayısıyla bizler ve diğer Müslüman ülkeler çizilen bu sınırları kabul etmişizdir ve hak sınırlar olduklarına da kendimizi inandırmışızdır! Böylece bizlerin nezdinde de “güç”, hakikate dönüşmüştür! Kısacası sınırları belirleyenler güçler olmuş ve güç de çoğu zaman hak olarak kabul edilmiştir!
Şimdiki modern kültüre bakıldığında özgürlük, toplumsal sözleşmeler, insan hakları, hukukun üstünlüğü vs. ile ilgili kültürel anlayışlar, bir güç olarak geriye dönmüştür!
Bilindiği gibi daha önceleri erkek hakları kadın haklarından hayli fazlaydı. Çünkü erkek daha güçlüydü. Kuran’da da buna şöyle işaret edilmiştir:
-“Erkekler, onlara (kadınlara) karşı bir derece üstünlüğe sahiptirler.” (Bakara: 228) Yani erkekler daha güçlüdürler. Bundan dolayıdır ki, ailesini korumak erkeğin görevidir. Yine düşmanları ondan uzaklaştırmak ve ailesini himaye etmek, erkeğin vazifelerindendir!
Fakat günümüzde aile (kadın ve çocuklar), devletin asker, polis ve kanunlarının koruması altındadır! Şu dönemde erkek kalkıp da benim haklarım kadının haklarından fazla olmalıdır gibi bir iddiada bulunmaz! Yani erkekler için var olan eski ayrıcalıklar son bulmuştur! İçerisinde bulunduğumuz dönemde erkek de kadın da eşit bir şekilde “vatandaş” tır. Devletin tüm hukuk ve yasalarından her ikisi de yeterli derecede istifade etmektedir. Artık imtiyaz/ayrıcalık diye bir şey söz konusu değildir!
Özellikle şu son dönemde “güç” ölçüsünün de cazibiyetini kaybettiğini görmekteyiz! Toplum içerisinde artık “güce” itimat edilmediği gibi herhangi bir değeri de kalmamıştır! Belki de 50 veya 100 yıl sonra bu değer bütünüyle kendi anlamını kaybetmiş olabilir ve zihinlerden yok olup gidebilir! Örneğin Hitler Fransa’yı işkal ettiğinde güçlüydü. Fakat hiç kimse “hak Hitlerledir” diye bir şey söylemedi. İsrail de şu anda çok güçlüdür ve bu gücüyle Gazze, Yemen, Lübnan, Irak, İran ve dünyanın birçok ülkesine meydan okuyor ve istediği İslam ülkesini yakıp yıkıyordur! Fakat kimse İsrail’in haklı olduğunu söylemiyor! Kısacası, gittikçe “güç” görüşünün yok olmaya yüz tuttuğunu müşahede etmekteyiz!
Dolayısıyla, “peygambere destek gücü” durumu o dönemde de şimdiki dönemde de hatta İran Şahı’nın son dönemlerinde de geçerliliğini koruyordu! İmam Humeyni (ra) İran şahına karşı hazırladığı o inkılapta, hatta Irak’taki şehit Seyyid Muhammed Bakır es- Sadr dahi onu onaylamıyordu. Ancak inkılap gerçekleştikten sonra, onu onaylamaya başladı.
İnkılap zafere ulaştıktan sonra direkt olarak Seyyid M.Bakır es- Sadr bir mesaj yayınlayıp İmam Humeyni (ra)’i teyit etti! Şayet İmam Humeyni Şaha mağlup olsaydı, zaferden onu onaylayan milyonlar, ona lanet okuyup ondan teberri ettiklerini açıklayacaklardı! Fakat zafer elde ettiği için, hatta Sünni Müslümanlar dahi onun etkisi altında kaldılar! Kısacası desteklenmiş ve zafere ulaşmış Humeyni “hak”tır! Fakat güçsüz ve yenilgiye uğramış Humeyni “hak” değildir! İşte buradan aklımızın ne kadar da mesh edildiğini (değiştirildiğini) anlamaktayız!
Ben Necef’te talebe iken birtakım aracılar Humeyni’ye gidip geliyorlardı. Seyyid Muhammed Haşimi, Seyyid M. Bakır es-Sadr’ın öğrencisiydi. Bu şahıs, Şehit Sadr ile merhum Humeyni’nin arasında bir elçiydi. Son anlara kadar Humeyni’nin başarıya ulaşacağı hususunda kaygılar vardı!
Birtakım insanlar diyorlardı ki, İran’da Sosyalistler Humeyni’yi yüz üstü bırakacak, Şah devrildikten sonra da sosyalistler iktidarı elde edeceklerdir! Sosyalist bir parti olan Tudeh partisi iş başına geçecektir! Bu da çok tehlikeli bir partidir! Kafasında bir sarık ve üzerinde bir cübbesinden başka hiçbir gücü bulunmayan yaşlı bir adam, Şah ile asla baş edemez, tek başına bu Seyyid bu işi nasıl yapabilir, mutlaka arkasında dış güçler olmalıdır!
Aslında bu türden düşünceler yanlıştır! Yani bir insanın Allah tarafından teyit edilmesi (destek alması) ve yer yüzünde “güçlü” olması, onun “hak” olduğunun göstergesi değildir! (Nitekim Hitler, Lenin vs.den örnekler verdik!) Kısacası bu üçüncü ölçü (güç) de batıldır. Bu ölçünün batıl olduğuna dair hayli deliller mevcuttur!
Dördüncü Cevap Şudur: Bir dinin Allah tarafından onaylanıp beşere gönderilmesinin önemli delillerinden birisi de o dinin getirdiği “talimatı” dır. Bu iddiayı savunanlar şunu söylerler:
-“Biz, bir dinin getirdiği talimatlarına bakarız. Şayet talimatları “insanî”, “ahlakî” ve onu kabul edenleri “kemalat”a ulaştırıyorsa, o dinin doğru ve hak olduğunu kabul ederiz!”
Bence dindeki “talimatların ölçüsü”, önceden söylediğimiz diğer 3 ölçüden daha doğru bir ölçüdür! Yani bir dinin talimatlarına bakacağız! Şayet güzel ve hoş talimatlar ise ve insanlara sevgiyi öğretip, insan haklarından söz ediyor ise, demek ki Allah da insanı ve ahlakı teyit ediyordur!
Tabi ki örfün Allah’ı böyle bir Allah’tır, fakat Feylesofların tarif ettikleri Allah böyle değildir! Yani Feylesofların tanımladıkları Allah, “mutlak anlamda yeri ve gökleri yaratan Allah’tır!” Enbiya’nın tanımladıkları Allah ise, bizim onu sevdiğimiz ve onun da bizi sevdiği Allah’tır!
Müminler enbiyanın tanımladıkları Allah’a iman ederler! Yani insanlarla ilgilenen ilaha inanırlar! Çünkü onların tanımladıkları Allah; semi/işiten, basir/gören, rahim/merhamet eden, gafur /bağışlayan, vedud/seven ve sevilen, reuf/müşfik vs. olduğu için insanlar böyle bir ilaha tevekkül eder ve dayanırlar!
Çünkü insanoğlu, kendi dışındaki bir güce her zaman ihtiyaç duyar! Kendisiyle çalışacağı ve ona karşı duygu besleyeceği bir güce her zaman kendini muhtaç görür. Şayet insan Allah ’sız kalırsa, kendini gurbette ve korku içerisinde hissedebilir, kendi sorunlarının karşısında kendini güçsüz görür!
Fakat şayet karşısında harika bir gücün var olduğunu hissederse, insanları ve her şeyi yoktan var eden bir ilahın bulunduğuna inanırsa, kendini yaratıp, yarattıktan sonra da terk etmeyen bir ilaha sahip olursa ve onu yarattıktan sonra onunla irtibatını kesmeyen bir ilahı bulunursa, işte o insan, kendini dünyanın en bahtiyar varlığı şeklinde görür!
Elbette Feylesofların tanıttıkları ilah böyle değildir! Enbiya’nın tarif ettiği ilah, sürekli insanlar ile irtibat halinde olan ilahtır. O ilahın “kutsallığı” nın sebebi de bu olsa gerek! Çükü Enbiyanın tanıttığı bu ilah, zaman ve mekân üstü bir ilah değil, “insanlaştırılmış” bir ilahtır. Çünkü zaman ve mekân üstü olan ilahın duyguları yoktur ve basit/yüzeysel bir ilahtır. Ne sevgisi vardır ve ne de öfkesi. Ne insanlarla ilgilenir ve ne de başka bir şeyle. Bundan dolayı da ne ben ne sen ne de başka biri böyle bir ilahla ilgilenmez!
Biz insanlar öyle bir ilah ile ilişki içerisine gireriz ki, o bizi sevsin ve biz de onu sevelim! Hatta ona tevekkül edelim (dayanalım!) O ilah, bizim isteklerimize cevap vermeli!
İnsan ile Allah arasındaki tesis edilen bu irtibat, Enbiyanın en fazla dayandığı ve üzerinde durduğu önemli bir güçtür. Dolayısıyla burada sözünü ettiğimiz bu 4’üncü ölçü (talimat), güzel ve tatlı bir ölçüdür!
Fakat bu ölçüde de bir kısım sorunlar vardır! Ben burada onlardan bir tekine işaret edip, 5’inci ölçüye geçeceğim ve o da şudur:
-“Diyoruz ki evet, farz edelim ki bir dinin getirdiği 4’ncü ölçünün (talimat) tümü de güzel ve doğru ölçüdür! Yani şayet bir dava insanı eğitiyor ve onu salih bir kul yapıyorsa, demek ki bu, ilahi bir davadır! Fakat teoride böyle gözüken bir davanın pratiğine bakıyoruz, ne yazık ki bunu pratiğinde göremiyoruz! Bu durum tüm dinlerde böyledir. Yani ne Yahudilik ne Hıristiyanlık ve ne de İslam dininde, bu dinlerin kendi müntesipleri içerisinde (çok az bir kısmı hariç, tabi ki istisna kaideyi bozmaz!) salih ve insancıl bir kul yetiştirdiğini göremiyoruz!
Örneğin İslam dinine bakalım! Bu dinin getirdiği talimatlar bir boyutuyla güzel ama bir boyutuyla da güzel değildir! Bu talimatları uygulayan insanlarda hem sevgi hem de terör vardır! Peki bizler “terör” ün İslam’dan olmadığını nasıl anlayacağız? Çünkü örneğin en son dönemin teröristleri olan “Taliban” ın tümü de son dönemin “din talebeleriydi!”
İslamî ilim havzalarında tahsil eden alimlerin tümü de icmaen (görüş birliği içerisinde); “kim humus’u” (kazancın %20’sini) Müçtehid’e vergi olarak vermeyi inkâr ederse, ya da “kim haccı inkâr ederse” o insan kafirdir ve katli de vaciptir derler ve böylece o türden insanları “mürtet/dinden çıkmış” olarak isimlendirir ve katlini de vacip olarak görürler!
Peki bu hükümler, şu andaki dünyada yürürlükte olan insan haklarıyla nasıl bir uyum sağlayacaktır? Çünkü bütün İslam alimleri, “bu, İslam’ın hükmüdür” diyorlar! Yani bu konudaki hadislerin sahih olduğunu iddia ediyorlar!
Yine bütün İslam alimleri derler ki, İslam hukukunda erkek kadından üstündür. Yine derler ki İslam hukuku açısından Müslümanlar gayri Müslimlerden üstündür! Onların bu fetvaları, İslam fıkhının kesin hükümlerindendir!
Acaba böyle bir ayrımcılık Allah’tan olabilir mi?
Gerçeği söylememiz gerekirse; bizim elimizde din adına salih insanı ve salih toplumu oluşturacak herhangi bir talimat ve eğitim sistemi mevcut değildir! Şayet elimizde bu türden talimatlar olsaydı, yer yüzündeki insanların en üstünü oluverir ve toplulukların en önünde yer alırdık!
Gayri Müslim topluluklara baktığımızda, onların çok gerisinde yer almış bir toplumuz! Bizim elimizde böyle bir din olsaydı, yani ihlaslı ve samimi insan ve topluluklar yetiştirseydi, biz böyle mi kalırdık!
Büyüklerimiz her zaman bize şunu söyleyip durdular: “Efenim suç Müslümanlarındır, İslam’ın değildir!”
Peki onlara şunu sorsak ne derler acaba: Örneğin sen bir doktora gidiyorsun! 10-15 kez aynı doktora gidip geliyor ve hastalığını ona anlatıp duruyorsun. Her seferinde tedavi olmak için ondan ilaç reçetesi alıyorsun. Fakat o tedavilerin hiçbir faydasını göremiyorsun! Buna rağmen bir kez olsun:” Suç benimdir! Başka bir doktora niçin gitmedim” demiyorsun!
Düşünün her kes senin gibi aynı Doktora gidiyor ve aldıkları reçeteden hiçbir fayda görmeden ölüp gidiyor! Yani hepiniz de “suç hastalarındır” diyorsunuz! Oysaki belki de Doktor suçludur! Doktor da hata yapabilir! Asıl eksiklik onun görüşünde de olabilir. Yani İslam’ın görüşünde de eksiklikler olabilir!
Evet! İslam’ın kendisi bir zamanlar kâmil idi, fakat şu anda insanlık hayli ilerlemiştir ve bundan dolayı da İslam’ın şeriatı (kanunları) eksik ve yetersiz olmuştur! Gerçekte de böyledir!
Müslümanlarda birçok eksiklikler vardır, fakat Japon, Amerikan ve Avrupalılarda bu kadar eksiklik yoktur! Peki neden? Acaba bizim onlardan farkımız nedir? Neden bizlerin görüşlerinde eksiklikler vardır da fakat bizler görüşlerimizin eksikliğini söylemiyoruz!
Yani bir zamanlar evet din ve Kuran kâmil idi! Kuran:” Bugün sizin dininizi kemale erdirdim” (Maide: 3) diyor, fakat o, o gün içindi, bugün böyle değildir!
Örneğin çocuğunuz 1 yaşında iken ona elbise alıp giydiriyorsunuz! O elbise ona uyuyor ve çok da güzel yakışıyor! Sonra çocuğunuz büyüyor ve yaşı 20 oluyor! 1 yaşında iken ona giydirdiğiniz o elbise gerçekten onun için kâmil idi! Hiçbir kusuru yoktu. Fakat çocuk 20 yaşlarına geldikten sonra, ona 1 yaşında iken giymiş olduğu elbiseleri tekrar giymesi için hala ısrar ediyorsun! Oysaki bu elbiseler o zaman o bir yaşında iken ona kâmil idi! Fakat şimdi çocuk fiziksel olarak kemale ermiştir, insanlık topluluğu mükemmel olma yoluna girmiştir, bundan dolayıdır ki artık İslam elbisesi ona der gelmektedir ve günümüzde bizler, bize giydirilen bu dar İslam elbisesinin artık bedelini ödüyoruz!
Örneğin Şehit M. Bakır Sadr diyordu ki; “günümüzde İslam’da boşluk kalan bölgeler vardır, İslam buraları doldurmayı insanlara bırakmıştır! Şer’i hakimler bu boşlukları doldurmalılar! Önceki dönemlerde böyle bir boşluk yoktu!”
Oysaki biz Müslümanlar diyoruz ki, her şey İslam’da vardır! Hatta Kuran bize: “(Ey Resulüm!) Biz sana bu kitabı her şeyin açıklayıcısı….olarak indirdik!” (Nahl:89) diyor! Oysaki İslam alimleri diyor ki, hayır öyle değildir! Kuran’da sigorta ve insan haklarıyla ilgili birtakım meseleler yok, kanun ve seçim ile yönetimi iş başına getirmeye dair herhangi bir beyanat yok! Enflasyon, devalüasyon ve kripto para ile alışveriş yapma hususunda bir bilgi yok, Demokrasi, yargı, avukatlık ve bunlara benzer çağın bir takım yeni değerleri vs. yok!
İslam alimleri iki, üç, beş ve on kez baktıktan sonra İslam’daki boş kalan bölgelerin bulunduğunu itiraf etme mecburiyetinde kaldılar ve “beşerin aklını çalıştırması ve işaret ettiğimiz o yeni konulara cevap bulması!” gerektiğini öne attılar!
Dolayısıyla dördüncü ölçü olan “talimatlar”; insanî, ahlakî ve sevgi üzere olmalıdır! Fakat gerçek şu ki, mevcut durum bize, bunun tam tersini gösteriyor! Yani elimizdeki “dinî talimatların tümü”, bu dinin doğru olduğunu bize onaylatacak doğru talimatlar değillerdir! Çünkü her dinin mezhepleri vardır ve her mezhebin içerisinde de birçok farklılıklar söz konusudur!
Örneğin Şii ve Sünniler birçok mezheplere bölünmüşlerdir. Bu bölünmüş mezhepler de birbirlerini tekfir ediyorlar! Birbirlerine karşı terör hareketinde bulunuyorlar! Biri diğerinin görüşünü kabul etmediği taktirde, onu öldürüyorlar!
Hristiyanlarda da böyledir. Onlarda da iki bin civarında mezhep vardır! Hz. İsa (as)’ın bunların hangisini onayladığını bilemiyoruz!
Beşinci Cevap Şudur: Derler ki; biz dini birkaç kısma taksim ederiz! Elbette dinlerin hiç birisi, diğerine nispetle seçkin ve üstün değildir! Tümünün de değer ayarı aynıdır! Dolayısıyla dinler, “tek ayardırlar!”
Tüm dinlerde akait, ahlak ve muamelat bölümleri vardır! Yani din; inanç, ahlak ve muamelat gibi üç kısımdan müteşekkildir! Muamelattan maksat fıkıh, ahkam vs. dir. Daha doğrusu muamelat; namaz, oruç, hac vs. gibi ibadet denilen sloganlardan ibarettir! Diğer bir ifadeyle, namaz, oruç ve hac gibi sloganlar ne inançtır ve ne de ahlaktır!
Biz şimdi dini teşkil eden bu üç oluşumu teker teker ele alıp inceleyeceğiz ve bunların Allah’tan olup olmadığına bakacağız!
İlk önce ele alıp inceleyeceğimiz şey itikattır! Acaba “İtikat” nedir?
İtikat/İnanç; gerçekte beşerî düşünce mahsulünden başka bir şey değildir! Yani insan düşünerek Allah’ın tek veya iki ya da üç olduğunu tasavvur ediyor!
Kimi insan Allah vardır derken, kimisi yoktur diyor, kimisi Allah’ın sıfatlarının bulunduğunu iddia ederken, kimisi Allah’ın sıfatıyla zatının aynı olduğunu kabul ediyor! Kimileri ise sıfatların zatına zaid olduğunu biliyor! Kimisi de bunu reddediyor! Kimileri Allah’ta “adalet” sıfatının varlığını gerekli görüyor, kimileri görmüyor! İslam dinine mensup Eş’ari, Maturidiye, İmamiye, Mutezile, vs. gibi itikadi ekoller de vardır, bunların da kendi aralarında birtakım mezhepler mevcuttur!
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: “İtikat; beşerî bir düşüncenin mahsulüdür ve Allah insanları itikatlar üzerinden hesaba çekmeyecektir”! Çünkü itikat, eğitimin etkisi altında oluşan şeydir! Yani bir Şii, küçüklüğünden itibaren hep Ali ismini söylerse ve yine diğer imamların isimlerini sürekli zikrederse veya “ya sahip zaman” derse, ya da “Ömer hilafeti gasp etti” gibi sözleri sürekli duyarsa, tabi ki bu sözler onda birtakım inançlar oluşturacaktır!
Şii olan biri sürekli baba, anne, büyükleri ve çevresi ile bir arada olduğu için, hep imam Hüseyin sevgisi ile yatıp kalkıyordur! Asla “niçin bunlar böyle oldu” diye de bir düşüncede bulunmamaktadır! Nitekim Russel şöyle der: “Eğitim (dini eğitimini kastediyor), yalnızca insana zarar vermiyor, bununla birlikte onun aklını da donduruyor ve insanı aptallaştırıyor!”
Nitekim bizler körlüğü bir alışkanlık haline getirmişiz! Bizler Şii olmayanlara, örneğin Japonlar’a filimler üzerinden baktığımızda, onların aptal olduklarını düşünmeye başlıyoruz!
Suudi Arabistan ve Mısır’daki insanlar, deve sidiği içiyorlar! Çünkü rivayetlerde deve sidiği içmenin sevap olduğu ve dertlere deva oluşu nakledilmiştir!
Hindistan’daki Hindu’lar da inek sidiği içerler ve bizler de onların inek sidiği içmelerinden dolayı onları alaya alıp gülmekteyiz! Peki; “Baire” ile “Bakara” nın (Dişi deve ile dişi sığırın) sidiği arasındaki fark nedir? Diye sorduklarında; “deveninki Allah’tan, ineğinki Şeytan’dandır” diye cevap veriliyor! Gözün körlüğü işte budur!
Dolayısıyla diyebiliriz ki “akait/inançlar” Allah’tan değildir! Allah, inanç üzerinden insanları hesaba çekmeyecektir! Çünkü Allah biliyor ki, insanlar çevresinin etkisi altında kalıyor! Yani Allah hiçbir zaman bir Çinlinin gelip de niçin Şii olmadığını, niçin İmam Ali’ye ve Mehdi sahip Zaman’a inanmadığını sorgulamaz! Çünkü Çinli, Koreli, vs. gibi uzak doğu insanları İslam’ın ve Hz. Muhammed’in adını dahi duymuş değillerdir. Onlar ölene dek ziraat ile uğraşıyor, evlatlarını besliyor ve o hal içerisinde de ölüp gidiyorlar! Tüm insanların inançları da böyledir!
Ahlak Konusuna Gelince:
Ahlak konusunda da yine dine ihtiyaç yoktur. Çünkü ahlakın din ile hiçbir ilişkisi söz konusu değildir. Tam tersi “dinî ahlak” insanı, “insanî değerler” den uzaklaştırıyor! Yani insanın aklını donduruyor! İnsanı, ahlaktan yoksun bırakıyor, insanı kendi zatına yabancılaştırıyor!
Karl Marx ve Friedrich bu konuyla ilgili şöyle derler:
-“İdeoloji ve din (yani din ideolojiye dönüşürse), insanı kendi zatına yabancılaştırır ve insanı gurbete götürü! İnsana bu (dinî) değerleri, Allah’ın kendisinden istediğini tasavvur ettirir! Böylece de insan, kendi zatından uzaklaşmış oluyor!”
Yani insan, zatı itibarıyla hayrın ve şerrin ne olduğunu bilmez! Çünkü meselelere düşünce üzerinden değil, naslar üzerinden bakar! Şayet insan kendi bakışıyla bakmayı başarabilir ise, zaten bir şeyin mavi ya da yeşil olduğunu görecektir! Fakat naslar üzerinden baktığı için, her şeyi kırmızı olarak görüyordur!
Naslar insanı terörist dahi yapıyor! Örneğin Basra’da bu naslar yüzünden İşit/Daiş ne kadar da çok kadını katletti. Çünkü naslara göre kadın, beraberinde bir erkek olmadan evinin dışına çıkamaz! İşte onların dinden anladıkları buydu! Çünkü dinde, “nahyi anil münker/ kötülüklerden engellemek” vardır! Erkek olmadan kadının evinden dışarı çıkması, onlar açısından bir kötülüktür ve onun hemen engellenmesi için de derhal o emri (öldürmeyi) icra etmesi gerekir!
Din’de şöyle bir emir geçer, Hz. Peygamber (sav) şöyle demiştir:
-“Sizden biri bir münkeri gördüğünde onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle, ona da gücü yetmezse kalbiyle ona buğz etsin! Kalp ile buğz etmek ise, imanın en zayıfıdır!” Yani peygamber imanın zayıflığını kalbe sevk ediyor!
Sözümüz “dinî ahlak” üzerindedir! Böyle bir ahlak insanı mesh edebilir (değiştirebilir!)
Yani önceden bir şeyin uygunsuzluğuna ya da haram oluşuna inanmayabilirsiniz! Örneğin her kesin kendi eşiyle arasında sorunlar oluyor, yer yer iş boşanmaya kadar gidebiliyor! İnsan kendi evladını dahi katledebiliyor! Bunlar dünyevi işlerdendir! Örneğin Afganistan’da, Somali’de ve tüm İslam coğrafyasında yaşayan Sünni-Şii insanlar vardır. Bunlar arasında yalnızca görüş farklılıkları söz konusudur, oysaki her ikisi de aynı insanlardır! Bunlardan birinin, ötekisinin görüşüne uymayan bir görüşü oldu mu, katli vacip oluyor ve bu da “dinî ahlaktan” kabul ediliyor! Anlayacağınız din, bu iki kesimin her birine böyle bir ahlak vermiştir!
Ahlak hususunda da bizim dine ihtiyacımız yoktur. Yani bir insan namazı kılıp orucu tutmayabilir! Fakat onun ahlakı, namaz kılıp oruç tutanlardan daha yüce ve daha üstün olabilir! Çünkü çevremizde bu türden şerefli insanlar da yok değildir!
Şimdi size namazı kılıp orucu tutan, ama şereften yoksun birinin bir hikayesini nakledeceğim! Elbette bu hikâyeyi İran’ın ünlü yazarlarından merhum Mürteza Mutahhari kendi eserlerinin birinde anlatıyor!
Mutahhari, merhum Ayetullah Bürucerdi ile muasır biridir. O da bu hikâyeyi Ayetullah Bürucerdi’den naklediyor!
Ayetullah Bürucerdi kendi dönemindeki İran Şiilerinin en güçlü müçtehidiydi! Nitekim aynı dönemde Ayetullah Muhsin el- Hekim de Irak’taki Şiilerin en güçlü müçtehidiydi!
Mutahhari şöyle der:
-“Tahrandaki büyük tüccarlardan birisi, çok sevdiği ve çekiciliği olan eşini 3 talak ile boşamıştı! Dinen o kadının kendisine yeniden helal olabilmesi için bir muhallile ihtiyaç vardı! (Yani başka biri ile evlenip, tekrardan boşanması ve ondan sonra önceki kocası ile evliliğini devam ettirmesi gerekirdi! Ve bu işleme dini literatürde “muhallil/helal edici” denir!) Adam, inançlı biri olduğu için bu hükme uyması gerektiğini düşünürken ve diğer taraftan da eşini çok sevdiğinden yeniden ona kavuşmayı arzuladığı için, Tahran’dan kalkıp eşiyle birlikte Ayetullah Bürucerdi’nin yanına geliyor! Durumunu ona anlatıyor ve şöyle bir hatırlatmada da bulunuyor: “Efenim! Ben eşimi çok seviyorum! Fakat bunu 3 talakla boşadım, yeniden bana helal olması için bir “muhallile” ihtiyacım vardır. Senin etrafında benim bu sırrımı koruyacak iman sahibi biri olmalı, o adam bir geceliğine benim bu eşimi nikah edip sabahı da onu boşayıp bana teslim etmesi gerekir! Öyle birinin hem bir gecelik hotel masrafını karşılamayı hem de bir miktar ona para vermeyi taahhüt ediyorum! Fakat o adam benim bu sırrımı başka bir yerde açıp haysiyetimi ayaklar altına salmamalı!”
Ayetullah Bürucerdi düşünüyor ve kararını verdikten sonra hizmetçisini çağırıp ona şöyle diyor: “Git falan şahsı/mollayı bana çağır!”
Huzuruna çağırttığı o molla, 50 yıl civarında Ayetullah’ın kıldırdığı cemaat namazına iştirak etmiş ve sürekli de cemaatin en ön safında yer alan birisiymiş! Yani abit, zahit ve ihlaslı görünüme sahip bir insanmış! Ayetullah Bürucerdi o tacire; “etrafımdaki en fazla güvendiğim kimse bu şahıstır” demiş!
Hizmetçisi onu davet edince, hemen alelacele o molla Bürucerdi’nin yanına gelmiş ve emrinze amadeyim demiş! Ayetullah Bürucerdi de ona şöyle söylemiş:
-“Bu tüccarın bir sorunu vardır, onu da senin halledeceğini düşündüm! Adam eşini sana teslim edecek, sizin nikahınızı da ben kıyacağım, hotel masrafınızı ve bir miktar da parayı sana verecek, sen bir geceliğine hotelde bunun eşiyle beraber kalacaksın, sabah erkenden de eşini getirip adama teslim edeceksin!”
Molla bu şartları hemen kabul ediyor ve adamın eşini de alıp otelin yolunu tutuyor! Gece hotelde onunla kalıyor! Kadının önceki tacir eşi, birçok sıkıntı ve stres ile sabahı zor ediyor, güneş doğar doğmaz da hemen koşup Ayetullah Bürucerdi’nin yanına geliyor ve ona “eşini sabırsızlıkla beklediğini, gelir gelmez de hemen alıp birlikte Tahran’a gitmesi gerektiğini” söylüyor!
Ayetullah Bürucerdi hemen hizmetçisini o zahit, abit ve ihlas görünümlü mollanın peşince gönderiyor ve hemen gelmesini emrediyor! Molla geliyor ama, yanında o nikah ettiği hanımı getirmiyor! Ayetüllah Bürucerdi ona; “neden o nikahını okuduğum hanımı getirmedin?” diye soruyor! Molla Ayetullah Bürucerdi’ye şunu söylüyor: “Efenim! O hanım benim nikahlım değil mi? Yani onu boşamam bana vacip midir?” Ayetullah Bürucerdi: “Hayır ama, ahlaken söz vermiştin!” diyor. Molla da ona:” O halde ben istersem boşar, istersem de boşamam, ben onu boşamıyorum, çünkü hanım çok tatlı ve cazip görünümlü biri olduğu için, size vermiş olduğum boşama sözümden vaz geçiyorum” diyor ve boşamıyor! Böyle yapınca da bir hafta sonra o kadın kahrından ölüveriyor ve önceki kocası da onun ölümünden üç gün sonra onun kahrından ölüyor!
Onların ikisi de öldü, ama o molla kaldı! İşte “dinin ahlakı” budur. Şayet o mollanın şerefi olsaydı, izzet ve onuru bulunsaydı, asla bunu yapmazdı. Dolayısıyla bizim “dinin ahlakı”na ihtiyacımız yoktur. Ayrıca dinin ahlakı, çıkarcı ahlaktır! Doğruyu söyler isen cennete girersin vs.! Oysaki vicdanlı insan, çıkarcı insan değil, şerefli insan olmalıdır! Yani yalan konuştuğunda, bu yalanı konuşmak benim için bir kusurdur, şerefli insana bu yakışmaz diye düşünmelidir! Bu benim onurum için bir eksikliktir, “ben Allah’ın beni cennet ya da cehenneme koymasıyla ilgilenmiyorum” diye içinden alıp vermelidir!
Şerefli ve vicdanlı biri asla emanete ihanet etmez. Verdiği sözü tutar. Günü birlik konuşmaz. Günlük ahdini bozmaz. Milyarları zimmetine geçirmez. Hırsızlık yapmaz. Günümüzdeki “bu paralar imam Zaman’ın parasıdır” deyip milyar dolarları hırsızlayıp cebine indiren İslamî kurum ve kuruluşlar gibi olmaz! Milyarlarca doları petrol gelirinden elde edip halkın parasını kendi nesillerine miras bırakmaz. Günümüzde artık milyar dolarları din adına zimmetlerine geçirip insanları katlediyorlar! Deywid Hum’un dediği gibi, “artık ateist ile dindarın arasında hiçbir fark kalmamıştır, çünkü ikisi de yalan konuşuyor ve ikisi de çalıyor! Biri din ile ihanet ediyor, diğeri de dini olmadığı için “ben ihanet ettim” diyor! Öteki (dindar) ihanet helaldir diyor, dinim bunu bana helal kılmıştır iddiasında bulunuyor, ötekisi (ateist) de “hayır bu yasaktır ama, ben bunu yaptım!” diyor! Yani dindar olan, din adına ihanet edip yalan konuşuyor ve onu da şer’ileştiriyor!
Bence bu, o dinsizden daha aşağı bir yaratıktır! Çünkü ateist/dinsiz, “ben çalıyorum ve yalan söylüyorum” diyor! İleride böyle biri için tövbe etme ihtimali de vardır. Fakat dindar olan tövbe de etmiyor, çünkü ona göre din böyle emrediyor! Allah öyle diyor! Yani ona: “Zimmetine geçir” ya da “yalan söyle” diyen Allah oluyor!
Tekrar konuya dönersek: Dinin üç kısımdan ibaret olduğunu söyledik. Bunların üçünün de dine ihtiyaçlarının bulunmadığını ortaya koyduk! O taktirde şöyle bir soru kaçınılmaz oluyor:
-“Madem ki itikatta, ahlakta ve muamelatta dine ihtiyaç yoktur ve bunların tümü de beşeri aklın ürünlerdir ve beşeri aklın da şeriatın getirdiklerinden daha üstün olduğu ispatlanmış ise, yani “ihkak-ı hak” ( insan haklarını ispat) ta ve insanlar arası ilişkileri geliştirmede aklın ürettiği kanunların daha üstün oldukları ispat edildiğine göre (ki bundan dolayı büyüklerimiz yurt dışına çıktıklarında onların kanunlarının güzelliğine meftun olup dönmekteler, oysaki onların kanunları dinî değil, beşeri kanunlardır ve dinî kanunlara baktığımızda da tamamına yakınının suç olduğunu görmekteyiz), bu nedenlerden dolayı diye biliriz ki “itikat, ahlak ve muamelat” gibi dini oluşturan bu üç bölümün üçünde de dine ihtiyaç kalmamaktadır!
Yani şayet din bu 3 bölümden ibarettir dersek, o taktirde “dine asla ihtiyaç yoktur” diyebiliriz! Artık buna “hak din” demek de olmaz! Hatta hak din bile olsa, yine de ona ihtiyaç kalmaz! Çünkü din, şayet itikattan ibaret ise, o taktirde bu kadar mezhep ve fırkalara dönüşür ve yine ondan, mezhepsel ve dinsel savaşlar çıkar!
Şayet din “ahlak” ise, o taktirde o “dinî ahlak” da karanlıktır ve aynen hikayesini naklettiğimiz şu mukaddes mollanın ahlakı gibi oluverir! Şayet din kanun (şeriat) ise, İşit ve Taliban’ın kanunları zaten göz önündedir! Bunların hangisinin iyi kanunlar olduğuna varın siz karar verin!
Dolayısıyla “din” derken, biz yalnızca bir şeyden bahsedeceğiz! Yani din; ne “itikat” ne “ahlak” ve ne de “ahkam ve kanun” dur!
İnsanların bir kısmı dinin aleyhine oldular! Çünkü dinden bir hayır görmediler! Yani din, o insanların ne ahlaksal ihtiyaçlarını giderdi ve ne de akılsal ihtiyaçlarını! O halde din derken biz, başka bir şeye vurgu yapmalıyız!
Ben diyorum ki dini reddedenler, dindeki bu üç kısmı reddediyorlar ve bunları reddetmekte de haklılar! Fakat dinin batnında çok önemli bir cevher vardır. İnsanoğlu dinin batnındaki bu cevherden asla bağımsız olmayacaktır. O cevher ise; “dinin batnında var olan ve insanı Allah ile irtibat içerisine sokan sedefin içindeki o değerdir!” Yani hakiki din, insanı Allah ile irtibatlandıran ve onu Allah’a yönlendiren bir cevherdir/güçtür! Bundan dolayı bizler dinden ne itikadı ne ahlakı ve ne de ahkamı istiyoruz!
Yukarıda da belirttiğimiz gibi hakiki din, insanı Allah ile ilişki içerisine sokan ve O’na yönlendiren dindir! İnsanın modern çağ öncesinde de sonrasında da muhtaç olduğu şey budur! Doğuda, batıda, geçmişte ve şu anda bütün insanların Allah’a inanmaya ihtiyaçları vardır! Dinin cevheri işte budur! Ve din bir sedeftir! Sedefi kırıp onun içindeki o cevhere (incilere) ulaşmak gerek! İnci ve cevhere ulaşmak ise, o kabuğu kırmak ile mümkün olacaktır! Hatta Allah’a iman cevherini çıkartmak için de o sedefi kırmak gerek! Sonrasında da Allah’a tevekkül etmek, O’nu, faziletleri ve insanların hayrını sevmek gerek! İşte dinin cevheri bunlardır. Böyle bir din, bir dış çerçeve ve alan oluşturur!
Kısacası din; imanın kültürel tabiridir! Din bir kabuk ya da bir sandıktır ve içerisine iman konulmuştur. İmana ulaşmak için sandığın kapağının kırılıp açılması gerekir!
İnsanların çoğu dini seviyor, çünkü onlar sedefi seviyor! Şayet insanın elinde bir sedef olursa ve onun kabuğunu açıp içindeki incilere ulaşmaz ise, yalnızca elindeki sedef kabuğuyla gururlanıp duruverir!
Örneğin bir insanın bahçesinde bir portakal ağacı olsa ve bu adam da sürekli bahçesindeki o portakal ağacının bulunduğundan övünerek bahsedip dursa, ama o portakalları hiç yemezse, böylece ağaçtaki portakallar da çürüyüp gitse, o adama o ağacın ne gibi bir faydası olur ki?
Şekilci/kabukçu dindarlar da böyledirler! Keza insanların avamı da böyledir. Din ile iftihar ederler, Sünni ya da Şii veyahut da Müslüman olduklarıyla gurur duyarlar, fakat Allah’ın bu sedef içerisindeki varlığından habersizdirler! Dini ya da mezhebi iftihar etmek için sahipleniyorlar. Din ile gurur duymalarındaki gayeleri de o dine ya da mezhebe sahiplenmek ile “kurtuluş ehlinden olduklarını zannetmeleridir! Kıyamet günü cennet ashabından olduklarını hayal etmeleridir! Hak üzere olduklarını ilan etmek için dini ya da mezhebi sahipleniyorlar. İşte bu türleri, bu sedef ile yetiniyor ve onun kabuğunu kırıp içerisine bakmıyorlar!
Biz de bu insanlara bu sedefi kırmalarını ve içindeki cevhere (incilere) ulaşmalarını hem tavsiye ediyor hem de davette bulunuyoruz! Şayet bunu böyle yaparlarsa, fazlaca Allah ile ilişki içerisine girmeye muvaffak olacaklarını söylüyoruz!
-
İzahı ve imayı bir yana bırakıp bazı hatırlatmalar yapma zamanı…
-
Münih Güvenlik Konferansı’ndan dikkat çeken 7 alıntı
-
ABD’li ve Rus yetkililer Ukrayna için Suudi Arabistan’da toplanacak
-
Münih Güvenlik Konferansı: Türkiye ve Suriye ile ilgili neler konuşuldu?
-
“Hortlak Yeniçeriler”in sırrı
-
Avrupa Parlamentosu’nda ‘kayyım’ gündemi: Türkiye’ye yaptırım uygulanması önerildi
HABER LİSTESİ
-
01
İzahı ve imayı bir yana bırakıp bazı hatırlatmalar yapma zamanı…Neşe Doster nesedoster@yahoo.com Bu yazının konusu yine ülke gerçekleri, sorunlar ve sorular olacak. Neden derseniz cevapsız sorular, çözümsüz sorunlar arasında çırpındıkça şimdilik yazacak başka konu yok ve bu gidişle de bir süre olmayacak. Madde madde özetlersek; Parçalı bulutlu, çatışmalı- tartışmalı, gölgeli puslu bu havada gerçekleri görmezsek, sorumlu davranmazsak çözüm üretebilir miyiz? Medeni kanundan Dil Devrimine, […] -
02
Münih Güvenlik Konferansı’ndan dikkat çeken 7 alıntıAlmanya’nın Münih kentindeki üç günlük toplantıya katılan liderler, zaman zaman birbirleriyle yarışan dünya vizyonları ortaya koydu. Küresel liderler, bakanlar ve diğer kilit politika yapıcılar, Ukrayna ve Rusya ile olası barış müzakerelerinin başlatılması başta olmak üzere dünyanın karşı karşıya olduğu başlıca zorlukları tartışmak üzere hafta sonu Münih’te bir araya geldi. Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenskiy, Avrupa Komisyonu […] -
03
ABD’li ve Rus yetkililer Ukrayna için Suudi Arabistan’da toplanacakUkrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenskiy Ukrayna’nın görüşmelere davet edilmediğini ve Kiev’in stratejik ortaklarla istişare etmeden Rusya ile görüşmeyeceğini belirtti. ABD’li ve Rus yetkililerin, Moskova’nın Ukrayna’daki yaklaşık üç yıllık savaşını sona erdirmeyi amaçlayan görüşmelere başlamak üzere gelecek hafta Suudi Arabistan’da bir araya gelmesi planlanıyor. The Guardian’ın haber ajanslarından aktardığı bilgiye göre, ABD heyetinde Dışişleri Bakanı Marco Rubio, […] -
04
Münih Güvenlik Konferansı: Türkiye ve Suriye ile ilgili neler konuşuldu?Transatlantik ilişkilerde tırmanan gerilim nedeniyle karamsar havada geçen Münih Güvenlik Konferansı’nda umut vaat edici bulunan konulardan biri Suriye oldu. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın da konuşmacı olduğu Suriye oturumunda, “Suriye’yi Türkiye’ye kaptırmak istemiyoruz” diyen Suudi uzmana Fidan, artık Orta Doğu’da nüfuz mücadelesini geride bırakmak, işbirliği dönemini başlatmak istedikleri yanıtını verdi. ABD Başkan Yardımcısı JD Vance’in Avrupa […] -
05
“Hortlak Yeniçeriler”in sırrıHakan Akpınar hakanakpinar227@gmail.com Tarih, 6 Ekim 1833… Yer, Payitaht İstanbul… Takvim-i Vekâyi gazetesinde yayınlanan bir haber, halk arasında büyük korku ve heyecana yol açmıştı. Habere göre, Balkanlar’daki Tırnova kasabasının mezarlığında yatan iki yeniçeri hortlayarak, bölge halkına musallat olmuştu. Tırnova, Tuna Nehri’nin kollarından biri olan Yantra Deresi’nin yamacına kurulmuş, nüfusunun yarıdan fazlası Müslüman olan sakin ve […]