Hasan Kanaatlı: Genel İslam ile Özel İslam’ın Farkı!

-İslâmî Yazılar - 7 Kasım 2025 00:01 A A

Hasan Kanaatlı

h.kanaatli@hotmail.com

YAZAR ARŞİVİ

Benim İnançlarım (..)

KONUYLA İLGİLİ DÜŞÜNCELERİM!

Müfessirler Kuran’daki “Allah katında din, yalnız İslam’dır!” (Al-i İmran :19) ayetinden yola çıkarak İslam’ın iki türlü olduğundan söz etmişlerdir:

Ünlü “el-Mizan” tefsiri, söz konusu ayetin “genel İslam’a” işaret ettiğini söyler! Yani “genel İslam” diye tabir ettiğimiz bu İslam’da, önemli olan şeyin “Allah’a teslimiyet”, “İşi Allah’a bırakmak” ve de “Allah’a tevekkül etmek” olduğundan bahseder! İşte “genel İslam” budur ve insanların genelinden talep edilen de bu “İslam’dır!”

“Özel İslam” ise, “Eşhedü enla ilahe İllallah ve Eşhedü enne Muhammeden Resulullah” gibi “Şehadeteyni” söylemek, İslami ibadetler dediğimiz dünde 5 vakit namaz kılmak, yılda bir ay oruç tutmak, ömründe 1 kez hacca gitmek vs. gibi İslam kültürüne ait o türden amelleri yerine getirmektir!

Bize göre, kalbinde iman olup Allah’ı ve insanları seven ve hayır işlerde bulunan birisi, kurtuluş ve hak ehlidir, dini de hak dindir!

Açıkçası bizimle fakihlerin farkı şudur:

– “Şia fakihleri hakkın ve kurtuluşun Ehli-i Beyte tabi olmakta olduğunu söylemişlerdir! Sünni fakihleri ise, yine hakkın ve kurtuluşun kendi mezhep ve mekteplerine ittiba etmekte olduğunu iddia etmişlerdir. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta öyle! Buna, “dogmatik itikat” derler!

Fakat biz, “teaddüdi/çoğulcu”, “akli” ve “vicdani” İslam’ın hakkaniyetini kabul edenlerdeniz!

“Vicdani İslam”, hakkın “çoğunlukta” değil, “çoğulculukta” (!) olduğuna inanır! Şayet bir inanç insanı, kendi insanlığına döndürür ve insanlığı da onu “salih insan” kılar ise, onun hak olma ihtimali vardır!

“İslam’da modernleşme anlayışı” konulu bahislerde, yukarıda işaret ettiğimiz bu konu derinlemesine işlenmiştir! Yani bu görüş, “modernleşme anlayışının” önerilerindendir!

Fakat bizim gayemiz, yeniden dini ihya etmek değil, dinde “ıslah” ı gerçekleştirmektir! Zira “İhya”, aynen Mesih’in ölüleri diriltmesi gibi ağır bir konudur! Günümüzdeki Müslüman halkın gerçek İslam ile ters düşen görüşlerini ihya etmek de öyledir ve adeta bir mucize gerektirir!

Kısacası Sünni olsun Şii olsun “gerçek İslami fikir” her iki kesimde de ölmüştür!

Elbette milyonlarca insanın “gerçek İslami düşünceden” yararlandığını iddia edenler de olabilir, fakat bizim o milyonlar ile işimiz yoktur, bizim işimiz fikir iledir!

Evet, milyonlarca insan, doğru bildikleri bir fikri yüklenmiş olsalar da fakat İslam alimleri “Müslümanlar niçin bu durumdalar?” diye bir soruyla karşı karşıya geldiklerinde sürekli, “suç İslam’da değil Müslümanlardadır!” derler! Yani bunlara göre İslami görüş doğrudur, fakat Müslümanlar bu görüşten doğru bir şekilde yararlanamamaktalar!

Tabi ki milyonlarca Müslüman herhangi bir görüşe uymuş olabilirler, fakat doğru ve hak olup olmadığını anlamadan da ona uyabilirler! Zira hakkın ölçüsü çoğunluk değildir! Nitekim tek bir kişinin hak, öteki milyonların da batıl oldukları çok görülmüştür!

Elbette ki ben burada ameli ve eylemsel konulardan (ibadetlerden) konuşmuyorum, düşüncenin kendisinden konuşuyorum! Yani şu andaki dini düşüncelerdeki bu bozulmalar, İslam’ın kendisindendir! Ve açıkça söylüyorum ki, Müslümanların geri kalmışlığının sebebi, şu andaki “İslami düşüncedir!”,

Düşünce bozukluğunun dışında, ibadetlerin bozukluğundan da örnek verebiliriz! Örneğin kimi ibadet insanı güçsüzleştiriyor, kabiliyet, düşünce ve ekonomisini zayıflatıyor! Onda bir şeyin kalmasına izin vermiyor!

Örneğin Şii birinin eline biraz para geçtiğinde Hac, Kerbela ve Meşhet gibi ziyaretlere gidiyor! Sanayi, üretim vs. ye bir yatırımda bulunmuyor! Oysaki dinin ağır değil, hafif olması gerekir! Yani bir inanç sistemi, insanın en fazla %5 gücünü o insana sarf ettirmelidir! Budist ve Hıristiyanlarda da mali gider vardır, fakat onlar Müslümanlar kadar maddi imkanlarını inançları için kullanmıyorlar! Örneğin Müslümanlarda %20 Humus+ Hac+ Zekât+ Ziyaret giderleri + İhsanlar + Adak ve kurbanlar + Ölüye verilen ilk, üçüncü, yedinci, kırkıncı, elli ikinci ve yıl başı ihsanları + Toprak satın alma ve mezar yaptırma parası + Kefen ve defin merasimleri vs. için yapılan harcamalar, gerçekten Müslümanı mali yönden hayli güçsüzleştiriyor!

Daha doğrusu, İslam alimlerinin tümüyle fıkıh ve tefsire yöneldiklerini görüyoruz. Tabii ilimlere ise çok az yönelimin olduğunu müşahede ediyoruz! Fakat Batı topluluklarında İncil için fazlaca tefsir işi söz konusu değildir! Tüm zihinsel ve bedensel enerjileri ile sahip bulundukları mallarını, dünyevi kalkınmaları için sarf ediyorlar! Yani ilmi ilerleme konusunda harcıyorlar! Biz Müslümanlar ise, bir düşünceye ihtiyacımız olduğunda, onu dahi dinden almamız icap ediyor ve dini ilim kaynaklarına gitmemiz gerekiyor! Yine din tarihçilerine ya da hadis rivayetçilerine baş vurmamız icap ediyor! İşte bu Arap kaynaklı ilimlerin tümü, Müslümanların ruhsal, düşünsel ve ekonomik gücünü boş şeylere tüketmekten başka bir işe yaramıyor!

Şunu da arz edeyim ki, fakihler, kendileri dışındaki hiç kimsenin dostu değillerdir! Kendi dışındakilere muhalif kimselerdir!

Fakihler, yalnızca kültüre istinat eder ve yalnızlıktan yana olurlar! Fetvaları ile insanlar üzerinde gözetleyici olmak ve hakimiyet kurmak isterler! Fakat örneğin onlarla bir araya gelemeyen arif ve mutasavvıflar, dünya ehli kimseler değillerdir ve kimsenin malına göz dikmezler.

Fakihlerin yolu, tek başına yürüyecekleri bir yol iken, arif ve mutasavvıfların yolu, tüm dünya arif ve mutasavvıflarının hep birlikte yürüdükleri bir yoldur! Bu yolu yürüyenlerin içerisinde Budist, Yahudi, Hıristiyan ve her kesimden insanlar vardır!

Tüm arif ve mutasavvıfların ortak çağrıları, “insanların zatına dönmeleridir!” Yani onlar insanları, zatına dönmeye davet ederler! Nitekim İmam Ali de “Kendini bilen Rabbini bilir” der!  Yani sen, şayet nefsini tanımaz ve zatına dönmez isen ve yine insanlığına ve aslına rücu etmez isen (ki nefse avdet etmek, insanlığa ve asla dönmektir), o taktirde Rabbini de tanımış olamazsın! Şayet döner isen, kendi faziletini güçlendirir ve ahlaksal yönden kendine çeki düzen vermiş olursun! Bu da bedenin cevheridir!

İmam Ali’nin bu sözünden anlaşılan şudur: İnsan için “itikat” önemli değildir. Sünni, Şii, Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, Hindu, Mecusi vs. hiç fark etmez! Nitekim nebi Muhammet’ten aktarılan bir rivayetlerde de şöyle geçer:

– “Allah, sizlerin cisim ve yüzlerinize bakmaz, amel ve kaliperinize bakar!” Yani Allah, insanların dış görünüşüne ve düşüncelerine bakmaz! Eyleme ve kalbe bakar!

Ayette de şöyle geçer: “Allah sizin teslimiyet içerisinde olan kalbinize bakar!” (Şuara: 89)

Kimi müfessirler ayeti: “Allah, şirk taşımayan kalbe bakar” diye tefsir etmiştir! Yine bir rivayet, “ameller niyetledir!” der. Niyetin, yani amelin doğuş kaynağı kalptir. Şayet kalp kıskançlık, dünya sevgisi, hile, insani değerleri sevmeme gibi bir takım nefsani marazlar taşıyorsa, o marazlar amellere de sirayet eder ve Allah da o amelleri ondan kabul etmez! Şayet Kuran: “De ki: İstediğinizi işleyin; Allah, peygamberi ve müminler işlediklerinizi görecektir!” (Tevbe:105) diyorsa, bu sözü yine kalbinde iman taşıyan müminlere diyor, müşriklere değil! Ayrıca “Allah…amellerinize bakacaktır” diyor! Yani Kuran “amel et de nasıl edersen et” demiyor! “Şayet amelin, iman standartlarına uyuyorsa, Allah o türden amelleri alıp kabul edecektir!”

Dolaysıyla, diyorum ki amellerimizi, ibadetlerin kabuğu üzerine değil, “kalbi iman” üzerine tesis etmemiz gerekir! Örneğin hicabı, iffetin üzerine tesis etmemiz gerekir, iffeti hicabın üzerine değil! Çünkü hicap da dahil, oruç, namaz, hac vs. gibi amellerin tümü, kabukturlar!

Hasılı, İslam’ı ele aldığımızda, onun birden fazla kısımlarının bulunduğunu görüyoruz!

Yani İslam’ın bedeni olduğu gibi, onun ruhu ve cevheri de vardır!

Bir ağacı düşününüz! Ağacın görünmeyen kökleri vardır ve aslı da odur! Göze ilk gözüken kısmı da gövdesi, dal ve yapraklarıdır! En son gözüken kısmı ise, meyvesidir!

İslam da aynen ağaç gibidir! Onun kökü kalptedir ve ağacın kökü gibi görünmezdir!

İslam’ın kalpteki kökü, Allah sevgisidir! Şayet insanda Allah ve yaratıkların sevgisi varsa, o insanda iman ve din vardır demektir! Zaten dinin aslı da budur! Ahkam ve itikatlar gibi şeyler, kalpteki dinin kökü ve cevheri olan bu sevgi üzerine tesis edilmelidir! Kısacası Allah, dinin cevherini önemser! Nitekim ayette de şöyle geçer:

“Allah sizin teslimiyet içerisinde olan kalbinize bakar!” (Şuara: 89)

İmam Sadık da bu ayeti tefsir ederken şöyle der: “Yani kalbin şirk ve şekten temiz olması gerekir!” 

  Kuran da “Allah…amellerinize bakacaktır” (Tövbe :105) demekle, “yani yaptığınız ameller yüzde yüz doğrudur demek istemiyor! Siz amellerinizi yapın, Allah onun doğru olup olmadığına bakacaktır, şayet yaptığınız o amel kalp ve iman ile mutabık ise, salih amellerden kabul edecektir, aksi taktirde gayri salih amel olduğu için reddedecektir!

İlginç olan şu ki, bizler sapkınlık hatalarını Müslümanların üzerine yıkmaya çalışıyoruz! Oysaki bunun yerine, kendi kendimizden şu soruyu sorsak daha isabet etmiş oluruz: “Acaba bizler, bu kadar elimizde büyük imkanların bulunmasıyla birlikte, neden hiçbir şey yapamıyoruz? Acaba suç yalnızca bizde mi yoksa bize hükmeden düşüncelerde midir? Bizler neden yabancılara tabi olalım? Her zaman onlar üretici bizler tüketici mi olacağız?”

İslam coğrafyasının farklı yerlerinde takriben ayda bir herhangi bir iktidara karşı darbe yapıldığını görüyoruz! Örneğin Afganistan gibi bir ülkede bir hükümet kuruluyor, bakıyorsunuz iki ay sonra o hükümet bir darbeyle yıkılmıştır! Buradan anlıyoruz ki Müslüman ülkeler, yabancıların “rahmeti” altında yaşıyorlar! Peki bu yapılanlar fazilet midir?

Petrol, doğal gaz ve yer altı madenleri Müslümanların elleri altındadır. Buna rağmen yer yüzünün en yoksul insanları da onlardır! Ayrıca Müslümanlarda ne dünyaya yön verecek bir görüş ve ne de dikkate şayan bir üretim söz konusudur! Yani insanlığın önüne koydukları elle tutulur önemli bir buluşları yoktur! Hatta tüm Pepsi, Cola, Pizza, Hamburger vs. gibi yiyecek ve içecekleri dahi yabancılardan ithal ediyorlar!

Peki İslam’da dünyayı imar etme diye bir şey yok mudur? Oysaki İslam’da, esas olan başkalarının emri altında yaşamak değil, imardır! Yarın petrolün bittiğini farz edelim! Çünkü bizler petrolün hatırına yaşıyoruz, peki bu biterse, o taktirde durumumuz ne olacak?

Japonya ya bakıyorsunuz orada bir damla dahi petrol yoktur! Ama onlar, en fazla varlık içerisinde yaşayan topluluktur!

Şunu da arz etmeden geçmeyeyim:

– “Bir insanın hakikate ulaşması ve onu elde etmesi için, kendisini sahip olduğu din, mezhep, ideoloji ve kültürün dışına çıkartması gerekir! Aksi taktirde, yani mensubu bulunduğu o değerin dairesi içerisinde kaldığı müddetçe, ondaki doğru ya da yanlışları anlaması mümkün olamaz!”

İslam alimlerinin suçu şunlardır:

   Birincisi onlar, kendi dinlerinin kusurlarını göremiyor ve kusur üzerine kusur işliyorlar! Çünkü hem kendileri sürekli o inanç dairesi içerisinde yaşıyor hem de o kusurlu din üzerinden içtihat edip, hatalı bir inançtan hata dolu hükümler çıkarıyorlar!

Diğer bir deyişle Sünniler, Kuran, Sünnet, icma ve kıyas üzerinden içtihat yapıyorlar, Şiiler de kıyasın yerine aklı koyup yine dört değer üzerinden içtihat yapıyorlar! Fakat bence bunların her ikisinin de içtihadı hurafelerden ibarettir. Yani her iki kesimin de fıkhı, çok tehlikeli hastalıklar barındırıyor!

Örneğin her iki kesimin fıkhı diyor ki, bütün ilim ve hakikatler Kuran ve Sünnette mevcuttur! O taktirde, bizim onlara muhalefet etmememiz gerekir! Yani demek istiyorlar ki, Kuran ve Sünnette hak mevcut iken, benim gidip de onu dışarıdan almam doğru değildir! Oysaki Kuran’da var olan birçok şeylerin, bizim zamanımızla herhangi bir ilişkisi yoktur! Onların ilişkisi ilk dönemledir!

Daha açık söylemek gerekirse Kuran, İslam’ın ilk başlarındaki cahiliye Araplarının yaşadıkları şeyleri, getirmiş ayetler şeklinde beyan etmiştir! Örneğin savaş, ganimet, köle, cariye, zihar, hicret vs. konuları ile ilgili beyan edilen hükümler, o dönemin sorunlarını çözmek için söylenen sözlerdir! Şu andaki toplumlarda bu gibi sorunlar söz konusu değildir!

Günümüzde bir şahıs ilim havzalarında onlarca yıl ders alıyor! Ders olarak, toplumun ihtiyaç duymadığı konuları okutuyorlar! Örneğin şu anda dahi “zihar”, “köle”, “cariye” ve “cizye” konuları okutuluyor. Oysaki günümüzde bunların toplum içerisinde adı dahi zikredilmiyor! Dolaysıyla, beşerin aklını boş fıkhi konularla meşgul etmek doğru değildir! Toplumun bu meselelere ne ihtiyacı vardır ve ne de bunlar üzerinden herhangi bir fayda elde etmeleri söz konusudur! Bunlar, yalnızca Kuran ve Sünnette geçtikleri için okutuluyor o kadar! Kısacası, eskiye ait şeylerin günümüzde okutulmasının hiçbir faydası yoktur!

Özetlersek, Kuran ve Sünnette geçen şeylerin birçoğu, o dönemle ilgili şeylerdir. Fakihlerin hatası, o meseleleri döneminin dairesi içerisinden çıkarıp, tarihsel bağlamından kopararak onları mutlaklaştırmış olmalarıdır! Daha doğrusu onları, zaman ve mekân üstü hükümler yapmalarıdır!

Denilebilir ki, siz tüm alimlerin hatalı olduklarını mı ima etmek istiyorsunuz? Yani bir tek hatasız olan siz misiniz?

Derim ki, “tek hatanın” tüm insanları kapsaması olağan bir şeydir! Yani “İslam’ın hükümleri kıyamete kadar geçerlidir” demek de bir hatadır! Şu dönemlerdeki fakihler, daha yeni bu türden görüşlerin hatalı görüşler olduğunu anlamaya başlamışlardır! Örneğin imam Humeyni ve ilk Şehit Seyyid Sadır, değişim konularını ve İslam’da boşlukların bulunduğunu, onlar dillendirdiler! Oysaki bundan 1000 (bin) yıl önce fakihler içerisinde böyle bir şey yoktu!

Hasılı ibadet ve her şeyle ilgili ortaya konulan hükümlerin pragmatik olması gerekir! Dolaysıyla, her eylem ve ibadetin etkisi olmalıdır! Şayet faydalı bir etkisi var ise o yapılmalıdır, yoksa terk edilmelidir!

Örneğin imam Hüseyin’in erbaininde dünyanın her tarafından milyonlarca insan Kerbela’ya yürüyor! Milyarlarca dolar harcama yapılıyor! Peki bunların bir etkisi oluyor mu?

Bakınız Kuran şöyle buyuruyor:

“(Allah) Gökten su indirdi, ölçüsüne göre derelerde aktı. Sel, üzerindeki köpüğü yüklenip taşıdı….Köpük bir kenara atılır, yok olup gider; ancak insanlara yararlı olan şey yeryüzünde kalır. İşte Allah örnekleri böyle açıklar!” (Ra’d: 17)

Yani Kuran, insanların faydasından söz ediyor! Bir şeyin şayet insanlara faydası olur ise o kalıcı oluyor!

Sine dövme, başa kama vurup kan revan içinde kalma vs. gibi muharrem kültürünün insanlara ve insanlığa hiçbir faydası yoktur! Bu türden eylemlerin tüm dünya insanlarını üzerlerine güldürmekten ve kendilerine “ne kadar da ilkel insanlarıdır” dedirtmekten başak bir şeye yaradığını söylemek mümkün değildir!

Denilebilir ki, her kes gibi, örneğin Hinduların ineğe tapması gibi, Şiiler de demokratik haklarını kullansalar ne olabilir? Neden Hindulara bir şey denmiyor da bir tek Şiilere bu sözler söyleniyor?

Derim ki; birincisi, “Sui misal, emsal teşkil etmez!” İkincisi, kültürler; temiz ve kirli olmak üzere ikiye ayrılır! Örneğin Hz. İsa’yı anma yıl dönümünde törenler tertipleniyor! Çok cazip, temiz ve güzel kokuların yayıldığı bir kültür ile anılıyor! Fakat bunun mukabilinde bir de kirli görünümlü anma kültürleri vardır! Örneğin adam kamayı alıp kafasına vuruyor ve kafasından kan fışkırıyor! Göğsüne ve sırtına dövüp kendine işkence yapıyor, kafasına toprak savuruyor, çamurlara yatıyor, had safhada çevreyi kirletiyor, pis kokuların ve bitli pireli battaniyelerin içerisinde uyuyor vs. Peki bu türden işlerin sevilecek bir tarafı olur mu?

Şunu da belirtmem gerekir ki, Müslüman din adamları, dini konular ile yapılan tüm işlemlerin karşılığını hep gaybe havale etmekteler! Örneğin derler ki “şayet imam Hüseyin’in ziyaretine gider isen, Allah yolunda şehit olmuş kadar sevap alırsın vs.” Denilse ki, peki bunun sevabı bana ne zaman ulaşacak?  Derler ki “kıyamet günü!”

Yine derler ki, “şayet Hüseyin için ihsan yemeği vermiş olur isen ya da onun yolunda herhangi bir iş yapar isen, bunun karşılığında birçok esiri veya köleyi alıp azat etmiş gibi sevap alırsın!” Desen ki “bu sevapları ne zaman alacağım?” Derler ki “kıyamet günü!”

Veya Kufe camiinde ya da Sehle mescidinde namaz kılsan bu kadar sevaba nail olursun vs. Fakat bunların tümünün karşılığını kıyamet gününe yani gaybi bir zamana havale ederler! Ama çağdaş insanlar onu öyle kabul etmezler!

Yani bir alim olarak gidip birisini İslam’a davet ettiğinizde, faraza ona deseniz ki: “Sen namaz kıl, oruç tut, hac, Kerbela, Meşhet ve Erbain ziyaretine git, bu yaptıklarının tümünün karşılığını kıyamet günü kendi ellerinle almış olacaksın! İmam Hüseyin’i karşında bulacaksın vs.” Akil insan bu türden şeylere asla kanmaz ve size der ki: “Ben senin bu söylediklerine amel eder isem, bunun bana faydası ne olacak? Bu ameller benim nefsi acılarımı giderecek mi? Vicdanımı rahatlatacak mı? Beni salih bir insan edecek mi? Ahlakımı güçlendirecek mi? Şayet bu dediklerin benim bu isteklerimi yerine getirir ise, ben de senin o söylediklerini icra ederim, aksi taktirde ona inanmam!”

Fakat şu andaki alimler, dini öylesine değiştirmişler ki, din ile ilgili her şeyi gayba havale etmişlerdir! Çok normal bir soru sorsanız ve örneğin deseniz ki, bu işin sonucu ne olur? Der ki o işin sonucu kıyamet günü sana ulaşır! Oysaki akil insanlar bu türden şeylere teslim olmazlar!

Denilebilir ki, “işleri kıyamete havale etmeği Kuran’da diyor, yani Kuran, tüm amellerin karşılığının kıyamette verileceğinden bahseder? Buna ne dersiniz?”

Derim ki, İmam Ali “Kuran’ın birçok boyutlarının bulunduğundan söz etmiştir! Ve yine İmam Ali’nin bu sözünü haklı çıkarırcasına Kuran ile ilgili yüzlerce tefsirler de yapılmıştır! Dolaysıyla hangi tefsirin doğru hangisinin yanlış olduğunu bizler bilemeyiz ve Kuran’ı bu konularda hakem tayin edemeyiz! Çünkü imam Ali de Hariciler ile konuşmaya giderken Abdullah b. Abbas’a “Kuran’ı hakem yapmaması” hususunda onu ikaz etmişti!

Fakat şayet akıl ve vicdanı hakem tayin eder isek, onlar şöyle hükmeder:

  • Bir din hafif olmalıdır.
  • O dinin, insanın “insanlığını” takviye edip etmediğine bakılmalıdır!
  • Yine o inancın, insanı “salih” yapıp yapmadığına dikkat edilmelidir!

Kısacası; akıl ve vicdan ilk önce bir dinin, “insanların sorunları nelerdir, acaba onlarla ilgili bir çözüm yolu önermiş midir önermemiş midir” ona bakar! Yani dinin, insanların sorunlarını tedavi edecek ilaçlara sahip olup olmadığına dikkat eder!

Bilindiği üzere İslam’ın asıl temeli, hafif bir şekilde Mekke’de atılmıştır! Daha sonraları tedrici olarak ona birçok şer’i hükümler ilave edilmiş ve günümüzdeki bu noktaya gelmiştir!

Yine biliyoruz ki, İslam’daki bu hükümlerin %70 ya da %80’i İslam’dan değil ve sonradan İslam’a ilave edilmiştir! Yani İslam’ın Mekke’de iken hafif olduğunu biliyoruz! Bunu sonradan ağırlaştıranlar fakihler olmuştur!

Fakihler halkın nazarında kendileri için bir kutsiyet oluşturmuşlardır! Kendilerini yer yüzünde Allah’ın birer vekili konumuna getirmişlerdir! Şia’nın nezdinde onların İmam Zaman’ın naibi/vekili oldukları zaten bilinen bir şeydir! Bu konumlarından istifade ederek milyonlarca dolar mali imkanlar ellerine geçmektedir. Bu durum ise onlar için büyük bir ayrıcalıktır!

Örneğin devlet kurumundaki bir bakan, başbakan ve cumhur başkanı dahi hesap verme mecburiyetindedir. Fakat fakihlerde hesap verme diye bir şey yoktur! Bakanlardan herhangi birisi hesap verememe durumunda “yüce divanda” yargılanıp ve hatta ölüm cezası dahi alırken, fakihler için böyle bir durum söz konusu değildir!

Denilebilir ki o paralarla ev, hastane, okul, medrese ve ilim havzaları gibi şeyler yapıyorlar! Yani o paraları, toplumun yararına olacak bir şekilde hizmete dönüştürüyorlar! Bunun neresine itiraz edilebilir ki?

Derim ki, bu toplumun yalnızca cami, hüseyniye ve havza gibi şeylere ihtiyacı yoktur, onlarla hastane, yetim yurdu, yoksullar için aş, bakım ve sığınma evleri gibi şeylere de ihtiyacı vardır?

Acaba şu ana kadar bu söylediğim şeylerden birini fakihlerden yapanların olduğunu duyan var mıdır? Yetim yurdu vs. gibi şeyleri laik ve modernistler yaparlarken, fakihler yalnızca medrese, cami ve hüseyniye yapmakla meşguller! Fakihlerin dışında, onları takip eden hatta dindar insanlar dahi çağın eğitimini veren okul ve Tv. gibi şeyleri yapmaya mesafeli durmuşlardır! Çünkü fakihler dini, dar bir alana tahsis etmişlerdir! Yani ibadi şeyler ile kısıtlamışlardır! İbadet derken de hep halkın aklına cami gelmektedir!

Ben diyorum ki dinin vazifesi, salih insan yaratmaktır! Şayet bir din salih insan ya da salih bir toplum yaratamıyorsa, kusur o insanların değil, o dinindir! Yani 1000 (bin) yıldan bu tarafa bu din söylediğim bu şeyleri yapamamıştır! Tabi ki suç, tek başına dinindir demek de doğru değildir, en doğru tabir suç, “dini o şekilde okuyanlarındır!” demektir! Çünkü elimizde tek bir dinî okuma biçimi yoktur, birden fazla okuma biçimleri vardır! Bozulmanın asıl sebebi de budur!

İslam’ın farklı okunmalarından söz ettik. Örneğin İslam’ın “siyasi okunması” vardır! Bu gibi okumaya sahip olanlar “İslamî hükümetin kurulmasının kaçınılmaz olduğundan söz ederler!”  Oysaki İslam, evet siyasi tavsiyelerde bulunmuş ama, siyasi sistem tesis etmek için gelmemiştir!

Yani siyasî İslamcılar, İslam’ın ekonomik, siyasi, sosyolojik, tasavvufi vs. gibi birçok ilim dallarının bulunduğunu zannetmişlerdir! Çünkü demişler ki Kuran bize kendisinin “Her şeyi açıklayan” (Nahl: 89) bir kitap olduğundan bahseder! Oysaki bir şeyin temeli hatalı atılırsa, o hata tavana kadar devam eder! Gömlekteki ilk düğme yanlış bir iliğe geçirilir ise, o yanlışlık son iliğe kadar o şekilde devam edip gider ve gömlek çirkinlik arz eder!

Günümüzdeki tekfirci teröristlerin ortaya çıkması, onların ta ilk günden bu tarafa dini nasları yanlış okumalarındandır! Yani sorun, Kuran ve Sünnette tekfirci teröristleri teyit eden nasların varlığıdır! Ve yine sorun, siyasi İslam’ı teyit edecek nasların mevcut olmasıdır!

Evet, nebinin hükümet kurduğu doğrudur! Fakat şu anda “dinî hükümet” kurmak doğru değildir! Çükü dinde hayli tahrifatlar yapılmıştır ve masum biri de dinin başında yoktur! Şu andaki en doğru hükümet “Demokratik hükümettir!”

Denilebilir ki, İran’da da şu andaki hükümet “dini hükümettir!” Buna ne denilir?

Derim ki şu anda Afganistan’daki “Taliban” da “dinî hükümet” kurduğunu iddia ediyor! Acaba bu yönetimlere, gerçek İslam yönetimi denilebilir mi? Acaba bunların sistemlerinin Batıdaki Demokratik sistemden daha üstün olduğu söylenebilir mi?

Gerçek şu ki, şu andaki İran halkının büyük çoğunluğu mevcut sisteme karşıdır! İran’da hala dahi protestoların bulunduğunu görüyoruz! Evet, İran’da bir hükümetin bulunduğunu biliyoruz, zalim Saddam’ın da Irak’ta bir hükümeti vardı, fakat halk tarafından sisteminin meşruiyeti (desteği) yoktu!

  İkincisi (yani İslam alimlerinin sorunlarından ikincisi de) İslam sisteminin en üstün ve ilahi bir sistem olduğunu iddia etmeleridir! Nitekim imam Humeyni de İran’daki sistemin “ilahi sistem” olduğunu söylemişti! Bunun dışındakiler “Tağut sistemidir” demişti! Tüm sistemleri reddedip bir tek bu sisteme sahip olmalıyız düşüncesini ortaya atmıştı! Çünkü ona göre bu sistem Allah’tan gelmişti!

Fakat gerçeği söylemek gerekirse, görüyoruz ki bu sistemin İran’da ayakta kalması, Allah’tan gelme bir sistem olmasından dolayı değildir, petrol ve doğal gazın yüzü suyu hürmetinedir! Zira İran, 8 (sekiz) yıl savaş yaptı, şu anda da etrafındaki komşu ülkeler ondan korkuyor ve o ülkelere müdahale vs. de bulunabiliyor! Kendi halkı yönetimin icraatından razı değil, Hizbullah, Hamas, direniş gücü vs. için milyar dolarlar harcıyor, oysaki bu paralar İran halkına aittir ve onların refahı için harcanmalıdır!

Şu anda Türkiye’de 3 TV, Irak’ta 20 TV. ve diğer ülkelerde onlarca TV’leri vardır ve tümü de İslam adı altında onlara hizmet ediyor! Sözde İran İslam için çalışıyor! Oysaki onların İslam’ı ne gerçek İslam’a benziyor ne de gerçek İslam İran’daki İslam’a benziyor! İran, çok ilginç şeyler de söylüyor! Örneğin “İran’ın maslahatı” diye bir kavram kullanılıyor! Yani onlara göre İran olarak, o ülkenin maslahatı (menfaati), her şeyin üstündedir!

İmam Humeyni de yine “İran Maslahat Tespit Konseyi” diye, kanuni bir konsey tesis etti. O dönemde konseyin başına da Haşim Rafsancani’yi koydu! Bu kurum, Parlamentonun üstünde bir kurumdur! Örneğin bu kurum deseydi ki milyarlarca dolar dünyadaki İran için hizmet veren TV. Lere verilecek, derhal verilirdi. Yani bunlar Kuran ve Sünnete bağlı kalmıyorlardı, bağlılıkları vatanın maslahatıydı! Laikler de yine “halkın maslahatı” derler! Fakat İranlılar bunu “halk” adıyla değil, “Hak” ve “din” adıyla yapmaktalar! Oysaki onlar yöntem olarak İran’a hizmet ediyorlar! İran’a hizmet ise, halka hizmettir, hakka ya da dine hizmet değildir! Fakat sorun şuradaki onlar, Allah ve din ismiyle bunu yapıyorlar! Bundan dolayıdır ki, insanlar dinden nefret ediyorlar! Bizim de bu hususlardaki konuşmamız, dine olan bağlılığımız ve sadakatimizdendir!

Şunu da yeri gelmişken arz edeyim ki, Kuran’daki kimi hükümler, kıyamete kadarki zamanı kapsıyor! Örneğin “Allah adaleti ve iyiliği emreder” (Nahil: 90) Ya da “Adaletli olun, bu takvaya daha yakındır!” (Maide: 8) hükümleri gibi!

Hadislerde de öyledir: Örneğin hadiste “Adalet güzeldir” diye geçer! Dolayısıyla bu türden değerleri çok az bir insan grubu kabul etse de ve çoğunluk zalim olsa da ilmi konu ve değerlerde çoğunluk aranmadığı için bu gibi durumlarda azınlık da ölçü sayılır! Örneğin Kopernik dünyanın döndüğü konusunda tek başına kalmış ve her kes onun (dünyanın) sabit, güneşin döndüğü hususunda da ortak görüşe sahiplerdi. Fakat iki asır gibi bir zaman geçtikten sonra, ilim gelip Kopernik’i haklı çıkardı ve karşıtlarının tümünü saf dışı bıraktı! Fakat siyasi meselelerde çoğunluk şarttır ve haklılık yeterli değildir! Dolayısıyla, İran gibi “İslam devletini tesis ettik” iddiasında bulunan ülkelerin, bir tek haklılık üzerinden değil, çoğunluk üzerinden de siyasi konulara bakmaları gerekir!

Bu konunun daha iyi anlaşılması için bir örnek üzerinden şöyle izah etmek mümkündür:

– “Örneğin, Müslümanların çoğunluğu gerçekte imam Ali’yi terk edip, Ebu Bekrin hilafete daha layık olduğuna karar vermiş ve onu seçmişlerdir!”

Evet, olan bu olay doğrudur! Yani Müslümanların hatası, onun meşruiyetinin hilafınadır, olayın batıl olduğuna değil!

Örneğin evlilik de böyledir! Rivayetler der ki, doğurgan, güzel, beyaz, genç kadınla evlenin! Birisi de gidip yaşlı, çirkin, kısır ve siyah biriyle evleniyor! O şahsın evliliği doğrudur, çünkü bunu kendi tercihiyle yapmıştır, fakat onun öyle yapması, o evliliğin meşruiyetinin hilafına olmuştur!

Müslümanların Ebu Bekri seçmeleri de öyledir! Yani onun hilafeti doğrudur! İmam Ali’nin de dinde halife olması hususunda Sünni-Şii arasında herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir! İmam Ali de yine dinde imamdır. Bunda da ihtilaf yoktur, fakat hayali ihtilaflar vardır!

Emeviler, kendi hilafetlerini Allah’a nispet verip kendi konumlarını yüceltmek isteyince, yani Muaviye, Yezit vs. nin Allah’ın halifesi olduklarını söyleyince, Şiiler de onların ters tarafında yer alıp mecbur kalarak o makamın (hilafet makamının) Allah’tan Ehl-i Beyt için verildiğini söylediler! Oysaki o makam Ehl-i Beyt’in de değildir! O makam, meşruiyetini halktan almaktadır!

   Üçüncüsü (yani İslam alimlerinin en büyük sorunlarından üçüncüsü) “Kadın hakları” konusuyla ilgilidir!

Kadınlar, gerçek İslam açısından irs, diyet, şahitlik vs. gibi her konudaki konularda, erkekler ile eşit haklara sahiptirler!

Kuran’da geçen “Allah’ın kimini kiminden üstün kıldığından ve erkeklerin kendi mallarından harcamada bulunduklarından, erkekler kadınlara yönetici ve koruyucudurlar!” (Nisa :34) ayeti, erkeklerin mutlak üstünlüğünden söz etmiyor! Ayet, “erkekler onların nafakasını verdiği için” diyor! Şimdi şayet hem erkek hem de kadın çalışıyorsa, o taktirde bu ayetin hükmü önemini yitiriyor! Yani illet ortadan kalkınca, malul da ortadan kalkıyor!

Açıkça şunu diyorum: Şu andaki bu türden fıkhi hükümler, kadınlara zulmediyor, daha doğrusu bu hükümler artık “zalim” hükümler konumundalar!

Evet, bu türden hükümler nebi zamanında doğru hükümlerdi, zira kadınların itiraz hakları yoktu! Hatta hak sahibi olduklarını dahi tasavvur edemezlerdi. Çünkü İslam’ın ilk dönemlerinde kadına hiçbir hak verilmezdi. İslam gelip onlara erkeğin sahip olduğu hakkın yarısını verince, o adalet sayıldı! Fakat şu anda insan oğlunun kültürü değişti, şimdi kadın, bu hakların bir zulüm olduğunu söylüyor!

Denilebilir ki Kuran, kıyamete kadar aynen kalmalıdır!

Derim ki, Kuran ile hükümler aynı şeyler değillerdir! Örneğin Kuran’da olmasına rağmen şu anda “cizye” (gayri Müslümanlardan yılda bir kez alınan baş vergisi) ni Müslümanın gayri Müslimden alması doğru olur mu? Dolaysıyla, artık yasalardaki Hıristiyan, Yahudi, Müslüman, Ermeni vs. gibi dini, mezhebi ve ırki konular, yerini “vatandaşlık” kavramıyla değişmiştir! Yani insanlar aynı insan ama, kültürler değişmiştir! Eskiden topluluklar, itikat ve ırklar üzerine kurulurdu, bu Müslümandır şu da kafirdir ya da bu Türk’tür şu da Rum veya Ermeni’dir denilirdi! Fakat şimdiki dönemde insanlar “vatandaşlık” üzerinden temyiz edilirler! Yani şu vatandaştır şu değildir denilmektedir! Bu Türkiyelidir şu da Yunanistanlıdır diye sınıflandırılmaktadır! Türkiyeli olan şahıslar, mezhep ve meşrebine bakılmaksızın tüm vatandaşlık haklarından yararlanıyor. Artık onun dinine, mezhebine, ırkına ve kültürüne bakılmıyor!

Şu anda baskın olan bu modern görüştür! En doğru çözüm de bu “vatandaşlık” görüşüdür! Şayet işi eski dini hükümlere bırakır isek, o hükümler bizleri de aynen Taliban gibi eder ve baskıcı olur. Yani dini diktatörlük oluşur!

Diktatörlük; “tüm güç, yetki, ordu, ekonomi, basın, yayın vs. nin tek bir adamın elinde olmasıdır!” Buna “diktatör yönetim” de denir!

“Diktatörlük” zulümden başka bir şey değildir! Evet, o makamda oturan insan, bizzat zalim olmayabilir! Fakat tüm güçleri ona tahsis etmek ve tek bir şahsın eline bırakmak “diktatörlüktür!” Yani diktatörlük; demokrasinin karşısında ferdin hükmetmesi ve sultayı taksim etmektir!

Halkın hükmetmesi ise, parlamento ve diğer kurumsal güçleri seçim ile iş başına getirmesidir!

Kısacası demokrasiyi yaşamak ile onu arayıp bulmak ayrı şeylerdir! Kimse demokrasiyi yaşadığını söyleyemez, fakat onun yollarını arayabilir!

Hasılı dini düşünceler, İslam üzerine bina edilmelidir! Burada da ister Şii ister Sünni, eski “dini düşünceler” ile yeni toplumsal ihtiyaçları teşhis etmek şarttır!

Şu anda her ne kadar insanlar, demokrasi gibi modern kanunların varlığından söz etseler de yine de dinin ruhunu arıyorlar! Dinin ruhu da “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, zalimlerin ta kendileridir” (Maide: 49) ayetidir! Yani insanların en yüce hedefi, Allah’ın koymuş olduğu hükümleri icra etmektir! Örneğin hırsızın elini kesmektir! Zina edeni recmetmektir! İnsanları Müslüman ve Hıristiyan olarak taksim edip, gayri Müslimlerden cizye almaktır vs. Fakat şu anda modern kanunlar ve vatandaşlık gibi yasalar, insanların elini ayağını bağlamıştır!

Hatta alimler dahi bunların (modern kanunların) birer aşama olduğunu ve ileride aşılıp yeniden İslam’a dönüleceğini söylerler! Demokrasiyi de bir küfür sistemi olarak lanse ederler! İnsanın asıl olduğunu ve insan haklarının, batının birer oyunundan ibaret bulunduğunu değerlendirirler! Beşerî düşüncelerin herhangi bir kutsallığının olmadığını iddia ederler! Çünkü bunlar, İslam’ı tatbik etmek istiyorlar!

Fakat “İslam’ı tatbik” etmenin birkaç anlamı vardır! Bizler buna “İslam’ı uygulamak” diyoruz!

Aslında “İslam’ı tatbik” ten, “İslami değerleri icra etmek” kastedilir! Bu değerler ise Allah ve insan sevgisi, halka hizmet vs. dir!

Kısacası, biz aydın, ilerici, liberal ve modernist İslam’a davet eden Müslümanlar, “İslam’ı tatbik” ten, İslam’ın bu değerlerini tatbik etmeyi kastediyoruz! Bizce “siyasi İslam”, sahte İslam’dır, ne İhvan Sünni’dir ve ne de Hizbullah Şii’dir!

Siyasi İslamcılara göre “İslam” her şeydir! Sünni- Şii bunların ortak görüşü budur! Yani bunların iddialarına göre her şey Kuran ve Sünnette mevcuttur! Bunların dışında artık hiçbir şeye ihtiyaç yoktur! Batıdan da yalnızca araba, uçak vs. gibi küçük şeyleri ithal ederiz o kadar!

Evet, demokrasilerde de sorun vardır, fakat bu sorunlar “insanın itibarını korumak” şartıyla halledilecek türdendir! Diktatörlük ile halledilecek sorunlar değillerdir! Yani halkın seçim hakkını ve insanın özgürlük ve hukukunu korumak şartıyla halledilebilecek türdendirler! Evet, onda da bir takım ekonomik sorunlar vardır, fakat asıl olan değerlerin korunmasıdır! Yani “değerler İslamı”, “laik İslam”, “liberal İslam”, “insan haklarıyla bir araya gelen İslam” gibi “İslam türleri” nin bulunduğunu da bilmek lazım!

Şayet hukuku fıkıhtan almalı olur isek, o hukuk zalim olur! Örneğin fıkıhtaki hukuka göre, erkeğin hakları kadının haklarından daha fazladır! Müslüman hakları da Hıristiyan haklarından daha çoktur! Evet, bir zamanlar o fıkhın hukuku adaletti, fakat şimdi adalet algısı değişmiştir! Yani adaletin “mefhumu” asla değişmez! Her dönemde “Adalet güzeldir!”  Fakat adaletin mıstakları (uygulamadaki karşılıkları) değişkendir! Kültürlere göre onun mıstakı da değişir! Yani bir zamanlar erkeğin hakkının yarısını kadına vermek adaletti! Fakat şimdi kadın eşitlik istiyor! Şimdilerde kadının insanlıkta erkek ile eşit olduğunu söylememiz gerekir! O taktirde dinin “kadına yarı hak” vermesini nasıl kabul ettirebilirsiniz! Şahitlikte de öyle! Birisi hırsızlık yaptığında ya da cinayet işlediğinde, erkek kadar kadının şahitliği de geçerli olmalıdır! Yani fıkha göre iki erkekten kabul edilen şahitlik, 2 (iki) kadından kabul edilmiyor! İllaki 4 (dört)kadın olması lazım! Peki gözle görmek aynı şey değil midir? Zaten her ikisi de aynı 2 (iki) gözle görürler! Cinayette ve hırsızlıktaki şahitlikte de ikisi de eşit olmalılar! Hatta fıkıhta, şayet 50 (elli) tane Hristiyan bir cinayeti gözleriyle görse, onların tümünün de şahitliği batıldır! Çünkü şahitlikte “İslam olma” şartı konmuştur! Kuran “İçinizden iki erkeği de şahit tutun” (Bakara: 282) demiştir! Dolaysıyla şahitlik etme hakkı Müslüman içindir! Bu durum ise, şu dönemde aklın zıddınadır ve makul değildir!

Örneğin şimdiki fıkıhta Avukat yoktur! Şu andaki hâkim olan kanunlara göre ise Avukat tutmak şarttır! Dolayısıyla birçok şeyi değiştirip zamanın şartlarına uyarlamamız gerekir! Dini düşünceyi de gelişkin kılmak gerek ve eski düşünceler üzerinde kalmamak gerek! Yine muhaliflere yenik düşmemek gerek. Bizim din ile dini düşünceyi ayrıştırmamız lazım. İnsanlar dine eski desinler ama, dini düşünceye öyle dememelidirler! Yani İslam’ı olduğu gibi korumalı, fakat dini düşünceleri sürekli değiştirmeli ve yenilemelidirler! Çünkü dini düşünceler, beşerî düşüncelerdirler!

 

-İslâmî Yazılar - 00:01 A A
BENZER HABERLER

YORUM BIRAK

YORUMLAR

Hiç yorum yapılmamış.